Thursday, April 30, 2020

S1B4 ÇIKIN ÇIKMAZI



Podcast Çıkmazı 4. Bölümü olan Çıkın Çıkmazı ile her bölümde olduğu gibi Osman Nuri Ergin’i anarak karşınızda. Ayrıca birinci ayımızı bu bölüm ile doldurduğumuzu da sizinle paylaşalım. Hatta üstüne şöyle de bir bilgi verelim. Podcast Çıkmazı’nın bazı bölümlerinde bizimle yayına katılan konuklarımız yer almakta. Bu bölümde de bize eşlik eden bir konuğumuz var fakat konuklarımızı hiç konuşturmuyoruz. Bu yüzden sizler onların yayın esnasında bizimle olduğunu fark etmiyorsunuz ama belki bir gün bu konuk siz de olabilirsiniz! Belki de olmazsınız. Bilemeyiz.

Çıkın nedir?
Çıkın; bir beze sarılarak düğümlenmiş küçük bohça, çıkı anlamına gelir.

Bu çıkmazın adı neden Çıkın Çıkmazı?
Bunun iki sebebi var. Birincisi İldeniz’in eğitim hayatı boyunca yaşadığı evinin adının Çıkın Çıkmazı olması. Bu da evin gerçek bir Hobbit evine benziyor olmasından kaynaklanıyor. Kapıları, duvarları, her şeyi İldeniz’in boyunda bir ev. Bir diğer sebebi ise tahmin edeceğiniz üzere Yüzüklerin Efendisi serisine olan sevgimiz. Geçen bölümümüzde toplumlardan bahsetmiştik. Bu bölümde de toplumdan kaçışı ele alıyoruz ve bunun için Çıkın Çıkmazı’ndan daha iyi bir bölüm ismi olamayacağını düşündük. Çünkü tanıyanlar bilir; orada yaşayan Bilbo Baggins toplumdan kaçmak için çabalayan, toplumdan tamamen usanmış ve tam olarak anlatmak istediğimiz insan türünü simgeliyor. Bu yüzden bu bölüme Çıkın Çıkmazı adını verdik.

Çıkın Çıkmazı neden Çıkın Çıkmazı?
Burak’ın bu konudaki fikri ise şöyle: “Bilbo insanları pek sevmiyor, onlardan kaçıyor, uzaklaşmak istiyor. Yine bir gün bahçeden çocuklara “çıkın, çıkın” diye bağırırken Belediye Meclis Üyeleri de bunu duyup…” Evet, çok yaratıcı bir fikir sunmuyor bu sefer, geçiyoruz.
İldeniz de biraz önce bahsettiğimiz Çıkın Çıkmazı’ndan bahsediyor. Hangisi mi? İçinde “İldo Baggins”in yaşadığı. İldo Baggins de tıpkı Bilbo Baggins gibi, bir bakıma medeniyetten kaçmış (Bakırköy’den), Dereseki köyüne yerleşmişti. Ailesinin orayı çok sevdiğini ve sık sık geldiklerini, doğayı ve çamların verdiği oksijeni çok sevdiklerini, toprağa basıp nefeslerini çektiklerinde ‘doğa işte’ diye mutlu olduklarını anlatıyor. Ama kendisine öyle gelmediğini çünkü muhtemelen henüz öyle bir şeyin arayışı içinde olmadığını söylüyor. “Evet doğa, boğaz… Bunlar çok güzel ama bunlar ancak filtre kahvemi yudumlarken, rahat koltuğumda otururken veya yanda güzel bir sisteminden müzik çalarken güzel geliyor. Doğaya kaçma, medeniyetten kaçmanın o boyutu henüz bizlerde başlamış değil.” Diyor ama bunun yaşa bağlı olmadığını da not düşüyor.

Bu duruma örnek olarak Refik’i verebiliriz. “Şehrin karmaşasından uzakta, ne kadar sakinse hayat, benim için o kadar cezbedici. Ben hala Şahinkaya’da, 3 senedir, her kalktığımda balkon kapısını açıp o derin nefesi çekenlerdenim. Buranın İstanbul kokmayışını sevenlerdenim.” Diyor.

Neden bu şehirden kaçma isteği falan?
Aslında bizim bahsettiğimiz “medeniyetten kaçış” Refik’in durumundan, Beykoz’a kaçıştan biraz daha farklı, biraz daha büyük bir kaçış. Bizim bu bölümde ele alacağımız kaçış “Into the Wild” düşüncesi.
Hepimizin içinde saklanmış vahşi bir yapı var. İldeniz bunu “Böyle ete dövme aletiyle vurulduğunda herkes bir erkek oluyor, barbarlaşıyor falan. Ne bileyim ahşap kesildiğinde insan kendini daha bir evinde hissediyor. Kömür, soba yakıldığında “işte nostalji” diyor. Ama aynı zamanda bunun da ötesi var. Doğada bir şey yapıldığında, kamp yapıldığında insan kendini doğayla bütünleşmiş hissediyor. Bilmiyorum içgüdüler midir nedir ama hepimizde olan bir şey bu. İlginç olan şu ki çok ciddi de sömürülen bir şey. Mesela kampçılık en aristokrat sporlardan bir tanesi ve malzemeleri çok pahalı. Yani bunu yapabiliyor olmak, bunun lüksüne erişmek çok pahalı. Çok ciddi, çok iyi şartlara sahip olmak gerekiyor.
Bunun dışında bir sömürü de medya. Mesela Survivor. Hatırlarsanız Survivor’da başlarda kel bir abimiz vardı. Hülya Avşar veya Seda Sayan’ın manitasıydı. (Daha sonra öğrendik ki Sezen Aksu’nun imiş.) Kel abimiz vaktinde Survivor’ı Türkiye’ye getirmişti. İnsanlar doğada, ıssız bir adada yaşıyorlardı. Arada ödül oyunları falan vardı ve haftada bir gün yayınlanıyordu. Hepsi bunun üzerinden pazarlanıyordu ve çok ciddi pazarlanıyordu. Şu anda da mesela Youtube’da bunu ‘bir ay boyunca çadırda kaldım, iki yıl boyunca doğada kaldım’ tarzında pazarlayan çok fazla kanal var. Ulan bunu nasıl yapıyor diye hepimiz hayranlıkla izliyoruz. Aslında bunlar primitif teknoloji. Biz izlediğimiz sırada kimimizde A.R.O.G fikirleri, “ulan bir geçmişe dönsek şu anki bilgimizle neler yapardık, bak adam neler yapıyor" düşünceleri kafamızı dolduruyor. Ama unutmamak lazım, bunların hepsini başlatan ve gerçekten en kaliteli videoları hazırlayan adam da o videonun altına yazıyor “bu primitif teknolojidir” diye. Bu 16 dakikalık videoda izlediğiniz ev 6 ayda yapıldı. Siz benim videoda şort giyip burada ateş yakıp takıldığıma bakmayın, benim yakınlarda bir evim var her gece oraya dönüyorum diyor. Ayrıca oraya iki tane çok ciddi aksiyon kamerasıyla gidiyor, şarj aletini falan götürüyor. İyi imkanlara sahip olan bir adam orada video çekmek için bu işi yapıyor. Yani gerçekten doğaya dönmüş bir insan değil.”

Burak da ekleme yapıyor. “ Yani örneklerini de görüyoruz bunların. Okumuş etmiş üniversiteyi bitirmiş, görece iyi yerlerden mezun olup her şeyi bırakıp eşiyle falan ‘hadi ormana gidiyoruz, ormanda yaşayacağız artık bıktık bunaldık.’ şeklinde. Onları çok yadırgamıyorum. Bence yaptıkları şey çok da güzel olabilir ama başlattıkları olay neredeyse bütün gençleri bunu istemeye itiyor. Biraz da kolaya kaçmak gibi aslında. Yaptığı şeyden memnun olmayan, birkaç işi kötü giden insan “Ben şehirde yapamıyorum, ben bu üniversite hayatıyla yapamıyorum ben insanlardan, – geçen bölümde bahsettiğimiz ormanın peygamberleri gibi – buralardan kaçacağım” diyerek bir şeylerden şikayet ediyor. Kaçacağım, gideceğim ormanda yaşayacağım gibi bir durum oluyor. Açıkçası ben bunu pek makul bulmuyorum.”

Refik ise bunu makul bulmakla beraber sebebini şuna bağlıyor. “Çok yapay bir zamanda yaşıyoruz. İnsan ilişkilerinde yapayız. Herkesin “zorunlu olarak” iletişime geçtiği çok fazla insan var. İletişime geçtiklerimizin çoğu kendi tercihimiz değil. Bu bize çok fazla yapaylık yüklüyor. Ve doğanın güzelliğinden değil belki ama o yapaylıktan dolayı kaçmak istiyor insan. Bu dezavantajlar bize batmaya başlıyor. Ama doğanın da ayrı dezavantajları var. Doğada büyümüş bir insan da o dezavantajlardan kaçmak için yaşıyor. Yani muhtemelen şu an yaşayan 6 milyar insanı da doğaya kaçırsak her birinin şehre kaçma, medeniyete dönme isteği olacaktır. “

Peki ya Köylü Ekrem?
Kaçış üzerinde bu kadar durmuşken toplumdan kaçmayı başarmış ve bunu layıkıyla yapmış insanlardan da bahsedelim size. Mesela Köylü Ekrem. Burak bize Köylü Ekrem’in hikayesinden bahsediyor. “Youtube’da bir Köylü Ekrem belgeseli var. Bir deneme yayını olarak büyük ihtimalle üniversite öğrencilerinin yaptığı bir belgesel. Kendisi yükseköğretimini yarıda bırakarak köye yerleşmiş ve heykel yapmaya başlamış. Ve gerçekten çok güzel heykeller yapmakta. Boş bir şekilde de değil, yaptığı her şeyin çok güzel anlamları var. Mesela kendini yiyip bitiren bir heykeli var. Balerini öpen hava... Bunlar muhteşem yansıtılmış eserler. Köylü Ekrem estetik ve ahlak sınırlarını kendisi koyuyor ve bunlara göre yaşıyor. Ve oldukça mütevazı bir hayat yaşamakta. Ama insanlar Köylü Ekrem örneğini, birkaç tane de yine köye yerleşmiş çiftçilikle uğraşan yüksek sınıftan her şeyi bırakıp gelmiş inanların örneklerini gösteriyorlar. “Aa bu güzelmiş, yapılıyormuş da. Ben de yapabilirim yaa. Gidip ben de o ormanda, köyde yaşayayım çiftçilik yapayım, hayvancılık yapayım.” diye herkes buna özeniyor ama bu herkesin yapabileceği bir şey değil. Yani birçok insan böyle bir maceraya atılsa birkaç gün içinde geri dönecektir. Tabi ki denemeye değmez veya eğlenceli değil demiyoruz ama neler olabileceğinin farkında olmanızı isteriz. “

İldeniz’in toplumla ilişki üzerine başka örneklerini de ele alalım. “Bir bıkmışlık gerekiyor. Ki o bıkmışlık da çok zor edinilmiyor şu anki durumda. Yakında bir film çıktı, Joker. Onun ilk çıkış senaryolarında jokeri yaratmak için kimyasala atmak gerekiyor. Kimyasala, gülme gazına, bir şeye giriyor ve onun ardından Joker oluyor. 2019’da bu filmi yapmaya çalıştıklarında ise onu toplumun içine sokmak yeterli oluyor. Gerçi bu çok 2019’la da alakalı değil. Ben 1950lerin ya da 1800lerin ya da milattan önce 2000in de bıkılmayacak vaziyette olduğunu düşünmüyorum. Bu antik yunan yazıtlarına baktığında da görüyorsun ki hep aynı şeyler deniyor. Yaa bu sonraki nesil her şeyi çok hızlı elde edeceğini zannediyor. 
Köylü Ekrem’e benzer bir hikaye var. Danimarka’nın ta ortasında vaktinde Avrupa’da biraz daha bilinçli Hippilerin kurmuş olduğu "Christiania" diye bir özgür şehir var. Özerk bir bölge. Otorite yok, kural yok. Kendi kuralları var. Köylü Ekrem tarzı insanlar var. Orayı gezme şansım oldu. Herkes sanatçı, müzisyenler falanlar. Buradaki küçük bir semt kadar, İstiklal kadar düşünün. Öyle bir yerde herkesin bahçesi falan var. Evlerin arasında çitler yok. En fazla bitkilerle kapatılmış bir şekilde herkesin bahçesinde kendi sanat eserleri sergileniyor. Müzisyenlerin dışarda piyanoları falan var, evler renkli menkli zaten işte. LSD etkisiyle falan yapılmış evler resmen. Fakat iş çirkin şeylere sarmış. Belki 50 yıl önce bilinçli hippiler tarafından kurulmuş bir şehirmiş ama şu anda mesela o bölge, aynı insanlar yaşasa da sadece uyuşturucu içmek için. Oranın küçük Amsterdam’ına dönüşmüş. Danimarka’daki her insan orda uyuşturucu içiyor işte uyuşturucu tezgahları kurulmuş ve tezgahlar hakikaten tezgah, kermes gibi yani adam neon tabelada LSD falan yazıyor. O kadar serbest bir şehir. Sonunda buna dönüşmüş yani. Düzgün bir şekilde koruyamamışlar. Köylü Ekrem’in yaşantısı bir şekilde öyle gitmeyebilir çünkü dışarısı oradan farklı şekilde yararlanıyor."
Burak da ekliyor:“Zaten amacı kaçmak olan bir yere herkes kaçtıktan sonra orası da kaçılacak bir yer olacak, yani o “x” denen yer olmayacaktır. Köylü Ekrem’in oradaki artısı tek başına yaşıyor olması. Ama dediğin yerde, Christiania’da koruyamamaları çok normal. Zaten kendileri orada bir toplum kurmuşlar ve o kadar kuralsız bir yerin buna dönüşmesi çok da beklenmeyecek bir şey değil. Yani yine geçen hafta kurallardan çok bahsetmiştik. İnsanlar özellikle bu kaçışta kurallardan da kaçmaktan bahsediyorlar. Benim özelikle çokça gördüğüm; bizden öncekilerin kurduğu kuralları, kurduğu düzeni “Ben bunu istemiyorum, neden ben özgürce seçim yapamıyorum? Gidip tek başım yaşayacağım ya da gidip arkadaşlarımla yaşayacağım” diyerek kaçmak istenmesi.”

Toplumdan sadece doğaya doğru mu kaçıyoruz?
Toplumdan kaçış dediğimizde bunun tek çeşidi tabi ki de doğaya kaçmak da değil. Daha önceki bölümlerde buna örnek olarak Refik’in düşüncesini ele alabilirz. “Into to City. Aslında yine toplumdan kaçmış oluyorsunuz, yani planım o şekilde. Ama nasıl bir toplumdan kaçış? Herkes beni öldü bilsin değil de kimse benim yaşadığımdan haberdar olmasın şeklinde. Başka bir şehir, başka bir hayat ama sakin bir hayat. Nasıl bir sakinlikte? Burada zaten benim bulunma amacım, beni yanınızda istemenizin sebebi de 21 yaşında hayallerini gerçekleştirmiş bir insan olmam değil miydi? Gerçekten gerçekleştirebildim hayallerimi. 21 yaşındayım ve tüm sevdiklerimden uzak, kendime sakin bir hayat kurdum. Dertlerim çok basit.” Şeklinde anlatıyor fikrini bize.
“Şu anda tekrar istiyor musun “Into the City”yi ?” diye soruyoruz ona. “Zaman zaman istiyorum, biraz alışkanlığa döndü bende. Başa dönüş. Her üç senede bir falan her şeyi silip baştan başlamak… Çünkü bir yerde doluyor yine etrafın. Yine çok fazla insanla tanışıyorsun yine toplumun içine karışmış oluyorsun. Sürekli devam etmek lazım kaçışa. Şöyle bir yolu daha var toplumdan kaçışın. Belki de hiç yer/mekan değiştirmeden kendini yüzde yüz soyutlayabilen insanlar da var. Bunlar daha melankoli kafasında insanlar tabi. Onlara daha çok kitaplarda rastlıyoruz. Gerçek hayatta hayaletler belki de. Ve amaçlarına ulaşmışlar. Yusuf atılganın Aylak Adam’ında buna rastlıyoruz mesela. Veya Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar’ında, Kafka’nın yazdığı kitaplarda da aynı esinti var. Hepsi toplumdan kendini bir şekilde soyutlamış toplumdan aşır derecede mutsuzlar. Yaşamlarından mutsuzlar ve o acıya tutunmuşlar resmen ondan besleniyorlar ve toplumla ilişkiye girmiyorlar. “ diye cevap veriyor bize.

Alıntılar ve Edebiyat Üzerine
Albert Camus’un yabancısında geçen şöyle bir söz var. “Herkes bilir ki hayat yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir. Aslında 30 ya da 70 yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değilim. Çünkü her iki halde de başka kadınlar ve başka erkekler yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir. İnsan madem ölecektir, bunun nasıl ve ne zaman olacağının önemi yoktur.”.“Güzel bir cümle, buna yakın, Aylak Adam’da şu sözler geçiyor” diye ekliyor Refik: “Sustu. Konuşmak gereksizdi. Biliyordu anlamayacaklardı. Bu psikolojiyi güzel yansıtan alıntılar bunlar.”.“Ama bence saçma heheh.” Diye bölüyor Burak. “Yani şöyle kesinlikle saçma diyemeyiz ama toplumda 10 kişi varsa bunu bu şekilde hissedecek 1 kişi vardır ve o bir kişinin duygusu 8 kişi tarafından suistimal edilerek 10 kişinin 9 u bu şekildeymiş gibi yaşıyor şu anda. Kaybedenler kulübü çıktıktan sonrası gibi mesela. Kadıköy kafası biraz diyebiliriz. İnsanlar beni anlamıyor ben çok yalnızım. Ben kaçmak istiyorum buralardan gibi şeyler.”
 Refik “Bunun sebebi bazı yazarlar veya senaristler bu duyguyu yaşıyor ve aslında onlar da bu duyguyu isteyerek yaşıyor. Kendi ilhamları çünkü bu, onu yaşamaktan zevk alıyorlar. Bunu kendilerine daha çok yaşatıp bir şeyler yazıyorlar, bir şeyler karalıyorlar. Sonra bunu izleyen veya okuyan insan bu duyguyu hap olarak alıyor. Bunu yaşadığını düşünüyor ve sadece onun özentisi olabiliyor. Çünkü gerçek bir duygu yaşamıyor aslında. Bu konuda Kafka’yı eleştireceğim biraz. Kafka tam bir şımarık senin deyiminle. Adamın acı çekmesinin tek sebebi acı çekmeyi istemesi. Milena’ya Mektuplar falan… Milena’ya o kadar aşık olduğunu falan düşünmüyorum ben o adamın. Tamamen abartıyor duyguyu. Çok fazla yaşadığını lanse ediyor ama tıraş abi bunların hepsi.“

İldeniz şöyle bir açıdan da bahsediyor. ”Edebiyata da bir eleştiri oluyor bu da aslında yani zaten genel olarak edebiyat konsantre duygu, konsantre fikir alıyorsun bir yerlerden ve o şekilde etkileniyorsun. Yani senin bilinç yapını da davranışlarını da bunlar bir şekilde etkiliyor. Edebiyat böyle bir şey.  Psikolojileri konusunda bilimsel açıdan yaklaşıp psikolojik bir hastalığı, hormonal bozukluğu vardır, adam ne olursa olsun mutsuz hissediyor da denebilir. Belki de sadece edebiyat yapmak için melankoliye girmiyor olabilir.”

Evet bu konu üzerine saatlerce bir şeyler söyleyebiliriz. Kendimizce yanlış veya doğrularını savunabiliriz fakat bu bölümlük bu fikirlerle sonlandırmış olduk.

Şimdiyse size soruyoruz:
İnsanlarda uzakta -belki bir ormanda, belki bir köyde- kendi kendinize yaşamak ister miydiniz?



Katkı Sağlayanlar:
Yazan: Selin Kudunoğlu
Konuşmacılar: Ali Refik Varol, Burak Saldıroğlu, İldeniz Konakçı

No comments:

Post a Comment

S1B6 YALI ÇIKMAZI

Martılar ve Kargalar 6. bölümümüz olan Yalı Çıkmazı’nda Osman Nuri Ergin’i anarak karşınızdayız. “Hoş geldiniz, hoş bulduk, hoş geldin...