Wednesday, June 10, 2020

S1B6 YALI ÇIKMAZI


Martılar ve Kargalar

6. bölümümüz olan Yalı Çıkmazı’nda Osman Nuri Ergin’i anarak karşınızdayız.

“Hoş geldiniz, hoş bulduk, hoş geldiniz.” - İldoko

Konuklar ve Pizzalar

Bu bölümde 3 tane konuğumuz var. Onlar da hoş geldiler! Ama bize cevap veremiyorlar çünkü konuk politikamız gereği konuklarımız eğer yayında ses çıkarırlarsa bize pizza ısmarlamak zorunda kalıyorlar.

Maalesef! Pizzasını ısmarlayayım istediğim kadar konuşayım gibi bir şey de mümkün değil. Eğer öyle olursa baştan alıp pizzamızı yemiş oluyoruz :)


Bu da bizim politikamız

Konuklarımızdan birine, sosyal medya sorumlumuza, teşekkür ediyoruz. Şu ana kadarki tüm ekip işlerimizi, sosyal medya sorumluluğunu çok büyük bir ekip almıştı ama bu seferki sorumlumuz işinin ehli olduğu için yalnız başına bu işi halledebiliyor. “Kendisine çok teşekkür ederiz ama ismini vermeyeceğiz çünkü bu da bizim politikamız. Sosyal medya sorumlumuzun ismini vermemek değil, yayında isim vermemek bizim politikamız.”. “Sadece Osman Nuri ergin, bir de kendi adımızı küçücük söylüyoruz. Çok az. “


Bir hayranımız var! (Hadi ama birçok hayranımız var…)

Bu hafta bir hayranımız mesaj attı. Parası da olan bir hayranımızdı ki bize bölüm ismi almayı teklif etti. Oldukça yüklü bir miktar parayla geldi. Kıramadık kendisini, hemen kulisler yapıp isim değişikliğine gidildi. Mecburen konumuz da ismiyle değişmiş oldu.

“Yani bizden isim satın alabilirisiniz. NASA’dan yıldız, WWF’ten panda çocuğu ismi almaktan daha mantıklıdır, çünkü onlar gerçektir. Hiçbir pandaya sizin çocuğunuzun, karınızın adını vermiyorlar. Yıldıza da vermiyorlar. Sadece bir sertifika veriyorlar. Ama biz yapıyoruz. Yaptık.” diye de ekliyor İldeniz.


Neden Yalı Çıkmazı, Yalı Çıkmazı?

Belediye meclis üyeleri tabi ki bu sokağı da isimlendirmişler. Hatta bu fikri bu bölümde İldeniz bile kabul ediyor!

Refik fikrini sunuyor: “Evet ama şöyle bir durum var, biz Yalı Çıkmazı ismini nasıl parayla sattıysak aynı şekilde -belediye meclis üyelerine hakaret etmek istemiyorum ama- ufak bir miktar bağış alarak karşılığında acaba Yalı Çıkmazı ismini vermişler midir bir yalı sahibine diye düşünüyorum.”

“Rüşvetle sokak ismini almışlar?”. “Rüşvetle hiç değil yaa.”

“Ya almış olabilirler, bence haklarıdır da. Çünkü belediye meclis üyelerinin maaşları gerçekten çok az. 150 lira mı neydi.” Diyor Burak.

“Belediye meclis üyeleri mi var yaa?”

“Evet, belediye meclisleri var.”

“Bunlar böyle sokak isimlendirmeyle falan mı uğraşıyorlar?”

Burak’ın fikri de şu yönde: “Böyle enteresan işler yapıyorlar. Yalı çıkmazı şu şekil olmuş olabilir. Yalıların çoğunluğu Osmanlı döneminde falan yapılmış. Müslüman yalıları var, gayrimüslim yalıları var. Müslüman yalılarının araları biraz daha boşluklu, gayrimüslim yalıları dip dibe yapılmış. Müslüman yalılarının aralarındaki boşluklar işte çıkmazlar falan olabilir. Bu dönemde de bu yalıların önlerine yol yapmak için asfalt ve dolgu yapabiliyorlar ki trafik rahatlasın. Böyle bir asfalt dolgu yapmışlar. Sonra o, çıkmaza çıkmış. O çıkmaza çıkınca da bu yalıya çıkmış bir çıkmaz olmuş, gibi...”

Fuat paşa yalısından bahsediyor bize Refik. “Denizle arasından yol geçen bir yalı.”. “

“Denize sıfır teknik olarak ama başka bir denize sıfır değil. Boğaza sıfır değil, denize sıfır.”

Refik bu konuda “Ancak ben Fuat Paşa Yalısı’nın sahibi olsaydım ve evimin camından bakarken bir anda transit yoldan geçen bir 500T’nin içindeki o ter kokusunu görseydim -çünkü görülebilir bir şey yani artık yani o ter kokusu- çok rahatsız olurdum. “ şeklinde bir görüşe sahip. (500T’ ye bindiyseniz görülebilen ter kokusu konusunda şüpheniz olmadığından eminiz.)

“Otobüs geçmesini istemezdin yani?”

“Kesinlikle istemezdim.”

“Ben çok öyle düşünmüyorum yaa.” diye giriyor Burak. “Oradan geçmesi beni çok rahatsız etmezdi.”

“Aranızdaki fark sanırım sosyoekonomik sınıfındaki, kendi sınıfındaki insanlarla birlikte olmaktan o kadar rahatsız değilsin, sense rahatsızsın.”

“Eğer öyle olsaydım, o sosyoekonomik sınıfta olsaydım.”  

“Ama senin de kendi sosyoekonomik sınıfın var ve diğerleri ile birlikte olmaktan rahatsız olabilirsin yani sonuçta bunun için illa yüksek mertebede olmaya gerek yok. C- B sınıfındaki bir insan da A+ sınıfındaki bir insandan işte Ferrari’nin içerisindeki bir insanı gördüğünde bundan hoşnut olmuyor, hatta içindeki adama diyor ki… Şey çocuğu. Sırf o arabanın sahibi olduğu için şey çocuğu diyor. Müteahhit.” diyor İldeniz.

“Ben o 500t’nin içinde olmak istemezdim yalı sahibi olsam ama beni çok da ırgalamazdı o kadar uzaklıkta olması. Sonuçta ben bu sosyal sınıftayım diğer sosyal sınıftaki herkes ölsün demek fazla bencilce gelir bana.” diye belirtiyor Burak.

“Ya da birlikte yaşamaktan rahatsız olmuyorsun.”

“Küçük bir çizgi...”

İldeniz devam ediyor: “Bence herkes bir miktar birlikte yaşamaktan rahatsız oluyor, sosyoekonomik sınıf farklılığında. Çünkü yani insanlarda aradığımız şey hepimizin, bebeklerin dahi kendisine benzer bir yan bulmak. İnsanları sevmemizin, onları özümsememizin sebebi de, kitap karakterlerini sevmemizin sebebi de onlarda bize benzer bir yan bulmak. Ve benzeyen insanları seviyoruz. Sosyoekonomik sınıfı ayrı olan insanlarla birlikte olamıyoruz. Bu zengin kız fakir oğlan ilişkisi gerçekte öyle yürümüyor çünkü beklentiler ayrı. Beklentiler, alışkanlıklar, zevkler…”

“Kesinlikle o şekil yürümüyor. Ama şöyle de bir şey var. Eskiden olduğu gibi ’Sen işçi sınıfındasın asla yukarı çıkamayacaksın’ gibi bir şey yok. Zor ama fakir oğlan bir şekilde kendini zengin yapıp zengin kız zengin oğlan olabilir. Önceden bu böyle değildi.” diyor Burak.


Sosyal sınıflar nasıl ortaya çıktı?
Refik diyor ki: “Günümüzdeki şekle gelmesi biraz burjuvazinin kazandığı zaferle oldu. Kendileri artık derebeylerini yıkarak burjuvaziyi getirdi daha sonrasında ise sanayi devriminden sonra işçi sınıfı büyük bir kitleyi oluşturmaya başladı.”

”Çok önce de yok muydu? Aristokrasi yani hani Antik Yunan’da da aristokrasi var, Mısır’da da var. Hani bu bahsettiğimiz sosyoekonomik veya sosyal sınıflar hep vardı.”

“Şu anki halini alması, işte son gelişme bunlar oldu. Şu an nüfusta en çok orana sahip olan işçi sınıfı. Hatta bu yüzden Marx işçi sınıfının burjuvaziyi tekrar yıkacağını ve devrimin oradan geleceğini sanıyor ama şu an Marx’ın zamanından beri de bir şeyler değişti. Şu an ben böyle bir şeyin çok mümkün olduğunu görmüyorum her ne kadar benim fikrim ne kadar önemli bilmesem de…”

“Ben biz görmesek de mümkün olduğunu, bu tarz bir devrim olacağını düşünüyorum. Çünkü her türlü bu sınıfın tekrar dağıtılması gerekiyor. Normalde günümüze kadar bu coğrafyanın değişmesiyle gerçekleşti. İşte o imparatorluk veya uygarlık yıkıldı, ardından başka bir coğrafyada ya da aynı coğrafyada başka bir toplum yine, yeni baştan kendi sınıflarını oluşturdular. En nihayetinde bir sınıf farkı oluşacağını düşünüyorum ama bu sınıfların hep aynı şekilde ilerleyeceğini düşünmüyorum. Bu hani belli olmaz dünyanın yalı felaketi tüm yalıların yıkılması, boğaz köprüsünün yıkılması ve İstanbul’un felakete dönmesinin ardından da olabilir, bir hükümetin yıkım politikasından sonra da olabilir. Ama tüm dünyada bunun olacağını düşünüyorum.” diyor İldeniz.

“Ama yine de bundan sonra da ezilenler başta kalacak ve tüm dünya eşit olacak bu burjuva yıkılacak gibi bir şey olmaz bence.” diye ekliyor Burak.

“Muhtemelen olmaz çünkü defalarca oldu ve her seferinde böyle bir sınıf farkı oldu. Hangi uygarlık hangi coğrafyada denediyse oldu ve olması da lazım bence. Sadece olduktan sonra bazı dengelerin daha farklı oturması lazım. Şu ana kadar gördüğümüz, okuduğumuz tüm uygarlıklarda orta sınıfın kültürü yansıttığını, asıl ikonun onlar olduğunu söylemek mümkün. Antik Yunan’da falan biraz daha farklı çünkü o zamanlar yazmak etmek, insanlara erişmek, o iletişim imkânı sadece aristokratlarda olduğu için o biraz farklı. Fakat günümüzde böyle olduğunu söyleyebiliriz. Orta sınıf bir memleketi yansıtır. Onların eğitimli ve refaha sahip olması, olması gereken şey. Sınıf farkının olmaması değil bence.”

Bu sınıfları da kısaca açıklarsak; üst sınıfı büyük miktarda gayrimenkul sahipleri, yalı sahipleri, işveren sanayici ve üst düzey yöneticiler oluşturuyor. Orta sınıfı ise masa başı iş yapan çalışanlar, beyaz yakalılar, profesyonel mesleklere sahip olanlar, devlet görevlileri vs. alt sınıfta da genellikle imalatta çalışan işçiler, el emeğiyle çalışanlar, devlet görevlilerinden daha alt görevde olan kişiler ve düz tarım yapan insanlar olarak sayabiliriz.


Orta sınıfın daha şişmiş olması bir toplum için daha iyi mi?

“Şişmiş… Sayısının fazlalığından ziyade niteliği önemli.”

 “Bu gayrimenkul mevzusunda da şöyle bir şey var. Hep yalılara şu an zengin diyoruz mesela, A sınıfı A+ sınıfıymış gibi hitap ediyoruz ama benim lisemde bir arkadaşım vardı. Çocuk bir yalı sahibiydi ve yalı sahibi olduğunu üç buçuğuncu yılımızda falan öğrendik çünkü söylemezdi. Yani zaten bununla hava atacak bir insan değildi ve yaşantısı da A sınıfı bir insan gibi değildi. Yani B sınıfıydı. Ve hakikaten B sınıfı bir çocuk. Bizim gibi bir öğrenciydi bizim gibi harcamaları olan bir çocuktu ve gerçekten cüzdanında da bizim kadar parası vardı. Tek sebebi gerçekten vaktinde Osmanlı’dan ona kalan mirastı. Artık bilmiyorum aile boyunca hep tek çocuk yaparak mı ilettiler ama çocuklarına miras kalan gerçekten güzel bir yalı vardı ve çok normal bir yaşantıları vardı. Ona sahip çıkıyorlardı. Arkadaşım da bu algıya çok sinirlenirdi açıkçası. ‘Yalın var sen süper zenginsin’ algısına çok sinirlenirdi çünkü normal yaşayan, sadece yalısı olan bir insandı.” diye örnekliyor İldeniz.

“Ya bu konuda Osmanlı’dan kaldıysa büyük ihtimalle kendisi bir Osmanlı elitinin soyundan geliyor. Şu an Türkiye’de ciddi bir sıkıntı var bu konuda. Elit sıkıntımız var hani siz söylediniz orta sınıfa göre her şey belirleniyor ama hani bir ülkenin eliti de olmalı.” diyor Refik.

“Orta sınıfı da belirleyen elitlerdir. Orta sınıfı belirleyen, yöneten, şekillendiren… “

“Evet, şu an bunun eksikliğini hissediyoruz açıkçası, ülkemiz elit yetiştirmiyor ve elite sahip değiliz ve Osmanlıdan beri olan elitlerimiz de yok oldu. Gerçi Osmanlı’daki elitler de tartışılır hani destekleyip desteklemediğimiz ama en azından bir elit kesim vardı. Mesela burada, Beykoz’da hemen sahile indiğimizde çay içtiğimiz yalı, Ahmet Mithat Efendi Yalısı, ne bileyim Said Halim Paşa Yalısı, Fuat Paşa Yalısı… Hepsi paşa ismiyle anılıyor çünkü gerçekten hepsi bir paşanındı ve o paşaların elit olduğunu da tarihten biraz biliyoruz. Ancak ve ancak Türkiye’nin şu anki zenginlerine baktığımızda mesela Acun, bir elit değil.”

“Senin dediğine ben ‘entel aristokrat’ diyorum açıkçası. Entel hani topluma entellik açısından bir faydası olan diyorum. Bence buna karar verecek, bunu şekillendirecek mecra da devletin ta kendisi. Yani şu an bizim memleketimiz de entel aristokrat çıkartıyor. İşte bunu, çok öyle örnek vermek istemiyorum ama vaktinde işte bu tarihi liselerden Galatasaray Lisesi’dir, Erkek Lisesi’dir falan, bunlardan vaktinde mezun olmuş insanlar sayesinde bizim tiyatro sinema televizyon kültürümüz oturdu. Okan Bayülgen'ler, Ferhan Şensoy'lar gibi insanlarımız var bizim de ve bunlar bence Avrupa’daki diğer ülkeleri de düşünecek olursak elimizde tutmamız gereken kıymetli insanlar. Ama işte devletin de bu entel aristokratlara destek olması gerekiyor. Hani hayatında hiç kitap okumamış biatçı demircilerden ziyade onların aristokrasisine biraz değer veriyor olması gerekiyor.”

“Açıkçası ben burada devletten çok millette buluyorum hatayı. Çünkü sosyal medyayı çok aktif kullanmasam da, aktif olarak takip eden bir insanım. Ve sosyal medyada konuşulan insanlar kesinlikle hiçbir entel seviyesi olmayan, toplumu iyi bir yere götürmektense kültürümüzü yaşantımızı geriye çekenler. Ve ben buna gerçekten çok sinir oluyorum. Bunun değişmesi en büyük hedefim.”

“Kafandaki şu an ütopyaya en yakın ülkeyi düşün, hatta isim ver hiç sakıncası yok. Finlandiya, Etiyopya… Yani Finler sence bu anlamda daha iyi genlere, daha iyi doğuştan etiklere sahip olduğu için mi sosyal anlamda daha doğru insanları seçiyorlar? Neden insanları suçluyorsun bu noktada? Alt kesimin kararı değil bence bunlar. Onlar bir şekilde yönlendiriyorlar.”

“Bir yönlendirme var ama bu yönlendirmenin devlet tarafından olduğunu düşünmüyorum da devlet tarafından itilmiş olabilir. Yani şöyle olabilir. İnsanları bazı söylemlere hapsedip bazı genel çizgiler çiziyor siyasetimiz. Ve o siyasetin çizdiği çizgide insanların kaymasını görüyoruz mesela son zamanlarda Osmanlıcılık tekrar çok revaçta. Bundan daha önce de ülkücüler vardı hep Osmanlı isteyen, şeriatı isteyen insanlar vardı.”

“Ama bir dünya trendi zaten bu arada bu. 100 yıl önceye dayanıyor. Sağcılığa faşizm demeyelim de sağ fikrin artışı. Faşizm çok ayıp aa.”

Refik ekliyor: “Bu konuda devletin bir çizgi belirlediği kesin. Ama sosyal medyada da azcık aklı olan insanlar da bunu yapıyor ve ben asıl bunlara karşıyım. Kendi üniversitemden, kendi lisemdeki tamam muhteşem bir lise üniversite olmasa da, yani en iyisi olmasa da kalburüstü bir lise ve kalburüstü bir üniversitede okuyorum. Ve kendi arkadaşlarıma baktığımda da hiç farklı değiller. Hani Osmanlı’yı savunmuyorlar ama kendi konuştukları insanlar yine çok düşük seviyede insanlar ve bu beni aşırı derecede rahatsız ediyor.”

“Bence bunu yönlendiren aristokratlar, tüm uygarlıklarda olduğu gibi. Onları şekillendirenin devlet olduğunu düşünüyorum ama tek faktör devlet değil tabi ki. Onlarca faktör var. Kendilerini de destekliyorlar aynı zamanda. Kendilerini de şekillendiriyorlar ama bence bizim aristokratlarımızdaki sıkıntı devletin destek verdiği toplum kısmı. Ama tabi bu da çok öznel bir fikir.”


Varoş diye bir kelime var…

“Kötü bir sokak, sokağa asılmış kıyafetler, is kokusu…“

“Sosyoekonomik sınıfı belirtiyor. Yani fakirlik kötü bir sokakta yaşıyor olmak falan.”

“Bana doğduğum yeri anlatıyor mesela.”

İldeniz bize açıklıyor sonra: “Bizim Türkçemizde böyle. Biz bu kelimeyi Fransızcadan almışız ve Fransızcada da tam tersi bir anlamı var. Zengin, burjuvayı temsil ediyor. Bunun sebebi biz bu kelimeyi ‘anlamıyla’ almışız. Varoş şehir dışında yaşayan kimselere deniyor, yani banliyöde. Banliyö de bu arada Fransızcaymış ama bir kelime daha çıkartmışlar onu da vermişler ikisini de almışız ne gereği varsa… Sonuç olarak ikisi de şehir dışına tekabül ediyor bildiğim kadarıyla. Ve varoşun onlarda öyle bir anlama sahip olma sebebi şu; vaktinde Paris’te zenginler tam tersi merkezin dışında, dışarda yaşarlarmış. Daha büyük evlerde, daha lüks evlerde işte muhtemelen zaten tam anlamıyla içerde merkezde öyle bir eve sahip olmaya paraları yetmeyeceği için yetemeyeceği için fiziksel olarak, orada yaşarlarmış ve dışarıda yaşayanlar, banliyöde yaşayanlar, zenginlermiş. Ve varoş Fransızcada zengin anlamına gelirken bizde fakir anlamına geliyor.”

“Biraz da şeyden olabilir, yani okuduğum kitaplar kadar biliyorum hiç yurt dışına çıkmış bir insan değilim de hani genel olarak Paris’in merkezi bataklık olarak, farelerin kol gezdiği bir yer olarak tasvir ediliyor. Çok eski bir yer olduğundan altyapısı da biraz düşük.”

“Üç kilometrekarelik güzel turistik bir yeri var, onun ardından bataklık başlıyor.”

“Ondan dolayı da olabilir.  Paris’in merkezinden kaçış.”

“Paris’te bulundum, öyleydi.”


İstanbul’un Tadı

“ Varoşluk -ya da ne demiştik yalılarda yaşayan insanlar- sosyoekonomik olarak daha üst düzey olan insanlar ve daha aşağı olan insanlar arasındaki yaşam kalitesi farkı… Yani İstanbul’u ele alıyorum. İstanbul’un tadını çıkarabilmek için gerçekten sosyoekonomik olarak üst sınıfta mı olmak gerekiyor?”

İldeniz örnekleyip açıklıyor: “Ekşi Sözlük’te buna dair çok ciddi bir tartışma vardı ‘İstanbul’da 8 bin lira maaşla yaşamak’ diye. İstanbul’da 8 bin lira maaşla yaşamak ne için yeterli sizce? Yani istediğin semtte, güzel bir semtte oturmak, hobilerine vakit ayırmak için yeterli mi? Yani oradaki tartışmadan bahsedeyim, orda insanların yaptığı basit hesapla işte yabancı gruplardan hoşlanan bir insanın ayda 2 tane konsere giderek istediği semtte oturup çocuğunu da düzgün bir okula göndermeyi planlamasıyla olmuyor. Düzgün okul bu arada iyi semtin devlet okulu, özel okul değil.”

“8 bin lirayla ne yapılabilir İstanbul’da? Çok güzel bi öğrencilik hayatı geçirilir.”

“Fazla güzel olurdu…”

İldoko devam ediyor: “Çok güzel bir örnek var sosyoekonomik sınıfı yine B + olan bir arkadaşım vardı bizim üniversitemizde, Türk Alman Üniversitesi’nde kendisi gayet kendi yaşantısını idare edecek kadar paraya sahipti ve bir burs kazandı 500 Euro’ya tekabül eden bir burs. Ki ne kadara tekabül ediyor biliyorsunuz, asgari maaştan daha fazla. Ve bu bursu kazandıktan sonra oturduk hesap yaptık çocuk ne yapabiliyor, sınıfı yükseliyor mu diye. Çocuk araba alamıyor, ev zaten alamıyor ve sınıfı yükselmiyor. Yani adlandırmak istemem ama bir Bilkent Üniversitesi öğrencisi, bir Koç Üniversitesi öğrencisinin -hani oranın ortalamasının değil de kafamızda oluşan o kitlenin- hani okula güzel arabayla giden, rahat bir şekilde evinde oturan haftada iki tane Olmeca alan o adamdan bahsediyoruz -ya da Olmeca’dan daha pahalısı işte ben Olmeca’yı pahalı biliyorum-. O adamın seviyesine gelemiyordu, 500 Euro bursa rağmen. Aldığı bir asgari maaş eklemesine rağmen olamıyordu yani. Sınıflar arasında gerçekten çok ciddi bir gelir farkı var.”

“Ve hani ne kadar kazanırsa kazansın İstanbul’un tadını da yeterince çıkaramayacaktı.”

“Aslında İstanbul’un tadını çıkaracak kadar kazanıyor ama bir öğrenci harcamalarıyla.”

“Evet. 140journos’un bir serisi vardı izlediniz mi bilmiyorum. İstanbul’un bedeli. Öğrenciyi ele alıyor, işçiyi ele alıyor ve beyaz yakayı ele alıyor, İstanbul’dan ne kadar verim aldıklarını. Öğrenci zaten parası olmadığı için vakti olsa da İstanbul’un tadını çıkaramıyor. İşçi zaten İstanbul’u göremiyor, hem vakti hem de parası yok. Beyaz yakalının bir nebze daha fazla parası var onun da vakti yok çünkü gününün bir bölümünü tamamen işe ayırıyor. Ve yol vesaire derken zaten zamanını tüketiyor.”

Refik anlatıyor: “Bu konu da benim kafamda çok somutlaşmıyor açıkçası.  İşçilerin kötü bir hayatı olduğunu biliyoruz, istedikleri gibi yaşayamadıklarını biliyoruz ama ne kadar olduğuna dair şöyle bir konuşmada bir fikir edinmiştim. Nereden tanıştığımı söylemeyeyim, bir bisiklet fabrikasının patronu bir gün işçilerini yılbaşı yemeğine götürüyor, boğaz kenarında bir restoranta. İşçiler yemek yiyor sonra konuşuyorlar işte siz boğazı sever misiniz falan öyle bir muhabbet açılıyor. -İstanbul’da boğazı hiç görmeyen 3 milyon insan yaşıyordu en son okuduğumda ve gerçekten hani böyle 3 milyon insan deyince yine çok kişiselleştiremiyoruz ama- o işçilerin çoğu boğazı gerçekten hiç görmemişlerdi ve ilk defa böyle bir yerde yemek yiyorlardı. Ve gerçekten birkaç tanesinin çok hoşuna giderken bazıları da yine garipsedi. Evet bir anlam ifade etmedi onlar için. Garip yani ben denizi her gün görüyorum hani çok param olduğundan değil sadece denize yakın oturduğum için ama denizi göremezsem ben gerçekten sıkılır, bunalırım. Bütün dertlerim benim denizdedir. Bütün dertlerimi ben denize anlatırım ve çok garip bir şekilde insanlar bundan keyif almıyor. Çünkü onların hayatlarında çok daha gerçek sıkıntılar var yani benim içinden çıkamayacağım sıkıntıları var belki de ve bu gerçek sıkıntıların içinde gerçekten deniz onlar için asla bir kurtuluş olamıyor.”

Bunun üzerine İldeniz bir soru yöneltiyor hepimize: “Bu aklıma geçen hafta konuştuğumuz şeyi getirdi. Hangi zamanda yaşamak isterdin muhabbeti hani 70'lerde mi yaşamak isterdin, antik yunanda mı tarzında. Sen nerede yaşamak isterdin? Hangi zamanda?”

“Mesela çok fazla şey örneği var, ben de çok arkadaşımdan duydum “70’lerde Amerika’da yaşamak isterdim.“. “Live fast, die young” zamanlarında böyle kot ceket giyip partilere katılmak falan ama toplumun yüzde kaçını temsil eden insan grubu bu, hani kimden bahsediyorsun sen? 70’lerde Türkiye’de doğsaydın rahat bir şekilde ailenden izin alıp bir kadın olarak muhtemelen sokağa bile çıkamayacaktın. Çıkan insanlar da vardı ama o da gerçekten toplumun az bir kısmıydı. Emrah Sefa Gürkan’ın cevabı ise şu zamanda tam olarak 2019’da Cihangir’de yaşamak isterdim diye. Cihangir’de yaşayacak sosyoekonomik sınıfta olmak isterdim diye çok güzel bir cevap. Çünkü İstanbul’un gerçekten tadını çıkartmaktan bahsediyor ve ‘şu zamanda’ yaşamaktan bahsediyor. Onun bahsettiği ikilem tabi başka bir şey, şu zamanda yaşamanın bizim için daha doğru olduğu. Geçmiş bizim için yeterince konforlu değil, gelecek de adapte olmamız için yeterince primitif değil. Ondan bahsediyordu ama evet Cihangir’de yaşamak için, daha doğrusu İstanbul’un tadını çıkartmak için zengin olmak gerekiyor. Belki cihangir değil ama zengin olmak gerekiyor.”

 

Sizce yaklaşık ne kadara İstanbul’da güzel bir hayat yaşanır? (Tek bir birey için)

İldeniz: “Tek kişilik olunca bence 5 bin lira ya. Ama çalışmayacaksın yani hiçbir derdin olmayacak. Ertesi gün işe gitmen, yolculuk trafik gibi bir derdin olmadığı takdirde 5 bin lira kişi başı haftanın her gününe standart bir kültürel faaliyet ekleyebilirsin. Ama işte bu nokta çok önemli kültürel faaliyetler de B sınıfı kültürel faaliyetler yani benim katılmak istediğim, Beşiktaş’taki bir konser, ne bileyim işte Zorlu’daki bir yabancı bir sanatçının bir etkinliği ya da bilindik bir sanatçının tiyatro etkinliği… Bunlar. Yani boğazdaki bir yalıda şampanya içmek değil. Ki zaten bana keyif verecek olan şey de bu değil. Ben tam olarak bundan dolayı dedim zengin kız fakir oğlan ilişkisi bundan yürümez diye. Çünkü fakir oğlan yalıda şampanya içmekten keyif almaz hiçbir zaman muhtemelen. Çünkü onun alışkanlıkları ona keyif veren şeylerdir.”

Burak: “Bunu bilemeyiz ya… Yani çünkü hiç görmediği bir şeyden zevk alamayacağını söylüyorsun. Bunu denemeden bilemez bence kişi. Yadırgayacağı muhakkak ama.”

“Çok da zevk alabilir hatta, haklısın. Hatta hayat amacı da bu olabilir. Bundan keyif almak…”

Refik: “Hayat amacı bu olanlar yine çok sinir olduğum bir tip...”

“Yeterince istedikleri için bunu kazananlar var ama gerçek bir mutluluk olduğuna inanmıyorum ben.”

“Ben de inanmıyorum.”

“Biraz içi boş bir şey...”

Refik: “Hani herkes aynı şeylerden keyif almak zorunda değil. Bütün keyiflerimiz aynı olmaya başladı. Bundan daha önce de konuşmuştuk sanırım seninle, hani ben mesela bodruma tatile gitmekten keyif almıyorum. Ben Akdeniz’de yüzmeyi sevmem mesela. Akdeniz’e hayatımda da bir kere gittim ayrıca. Benim için çok tuzluydu. Ben Karadeniz’de yüzmeyi öğrendim, Karadeniz’de yüzmek isterim yüzersem. Veya ben işte Cuma akşamı Kadıköy’e gitmekten o kadar keyif almıyorum. Ben manzaraya karşı çekirdek kola yapmayı daha fazla seviyorum.”

“Yine alışkanlıklar…”

“Alışkanlık değil işte ben mesela çok fazla çekirdek kola yapmış bir insan da değilim -her ne kadar öyle göstersem de- ama ben sıcak bir muhabbeti her zaman Cuma akşamı Kadıköy’e gitmeye yeğlerim yani.” diyor Refik.

“Belki de beklentilerini düşürdüğün için. Yani bunlardan keyif almayı kabul etmişsindir diyeceğim ama ben buna inanmıyorum.”

“Ben de inanmıyorum yaa”

“Yani her insan her durumda farklı şeyler hissederler. Hani herkes depresyona girer ama kimisinin depresyona girmesinin sebebi ailesindeki herkesi kaybetmesi üstüne bir de bacağını kolunu koparmasıdır, kimisinin sadece suratında sivilce çıkmasıdır ve onlar fiziksel olarak, biyolojik olarak aynı hormonu salgılarlar ve hakikaten aynı derecede üzülürler. Yalıda ya da işte ne bileyim Oslo turunda– yine şampanya örneğini vereyim- şampanya içerken bir adamın aldığı keyifle çekirdek çitleyen adamın aldığı keyif de bence gerçekten aynı. Ne kadar para harcandığı değil onu daha keyifli yapacak olan şey” diyor İldeniz.

“Mesela yurtdışına çıkmak konusunda da. Yurtdışında bir tatile gittiğimde ben büyük ihtimalle Louvre Müzesi’ni gezerken o kadar zevk almayacağım. Yani bu yetkinliğe sahip bir insan değilim ben. Oraya gidip Mona Lisa’nın fotoğrafını çekmek bana büyük bir keyif vermeyecek.”

“Aa bak bir de aklıma ne getirdin bu zenginler arasındaki şeyler, modern sanat fanatikleri. Hani parayı gerçekten nereye saçacağını bilmeyen…”

“İşte bu gösteriş merakı beni çok sinir ediyor. Mesela ben yurtdışına çıkmayı istiyorum son zamanlarda, çok istiyorum ama benim yapacağım şey tamamen farklı olur. Ben oradaki insanların nasıl yaşadığını gerçekten merak ediyorum. Hani küçük şehirlere gidip hatta belki kasabalarda, köylerde dolaşıp küçük esnaf lokantası -oralarda var mı esnaf lokantası Burak Bey ben bilmiyorum-

“Lokanta olarak değil ama Türk yemek yerleri var. Lokantalar da var.”

“Türk yemek yerleri değil ya. Onlar ne yiyor? Onların işçileri nerede yiyor mesela? Avrupa’daki benim ekonomik seviyemdeki bir insan nerede ne yapıyor?”

“Genelde yabancılar oluyor ve kendi mutfakları oluyor diye düşünüyorum.”

“Bilmiyorum yani tam olarak senin sınıfın dediğin. Buradaki senin sınıfını oraya taşırsak? Gelirini değil, sınıfını? Seninle aynı şeyleri yiyorlar ya sanırım. Yani yine işte bugün lüks yapayım dediklerinde Custom Burger yiyorlar, güzel bir burgerciden yemek söylüyorlar aksi takdirde evde makarna yanına bir şeyler yapıyorlar.”

“Kötüymüş o zaman”

İldeniz ekliyor: “Ama şöyle bir şey var. Arada kalite farkı var sonuçta. Yani hani onun da bir milyoncusuna – onun bir Eurocusu bizim bir milyoncumuz- ikimiz de Çin’den alıyoruz fakat biz alırken 40 kuruşa satın alınan maşayı alıyoruz onlar 40 cent e alınan maşayı alıyorlar ve arada bir fark oluyor tabi çünkü ikimiz de Çin’den alıyoruz. Onun yediği ette de bir fark var.”

“Ben onların yaşantısını öğrenmek istiyorum yani benim isteğim bu olurdu, ben bundan çok keyif alırdım. Hani bir insan tanıyıp onu ‘gerçekten’ tanımak bana aşırı keyif verir. Ama baktığımız zaman şu an keyif alınan şeylere veya olunmak istenen kişilere tamamen çok zengin olayım işte gideyim Louvre Müzesi’ni gezeyim. Vallahi ben bir şey anlamayacağım Mona Lisa’ya bakarken.”

“Seni varoş olarak tanımlıyorum.”

“Hep aynı yere baktık, hep zenginlere bok attık.”

Burak: “Ben kimseye bok atmıyorum bu arada yani zengin olmanın hiçbir kötülüğü yok ve zengin olmak isterim -hehe-. Louvre Müzesi’ne gitmek isterim ya da modern sanata ilgi duyarım. Param olursa… hehhe”

İldeniz: “Ben de zengin olmak isterim ama aynı alışkanlıklarımı daha sık yapmak için sadece. Şampanya içmek için değil ama asıl geleceğim soru şu, kendi ekonomik sınıfının altında bir kadınla takılır mıydın? Birlikte olur muydun ya da evlenir miydin?”

Burak: “Açıkçası bu hangi filmler hatırlamıyorum da bu eleman böyle şeylere gider, Çingenelerin oraya gider, oradan birine âşık olur ya ben o tarz hikayelerden çok etkileniyorum. Yani ilerde zengin olup öyle bir yanlış yapabilirim. Yanlış…?”

“Sanki ona çok kıymet veriyormuşsun gibi mi hissediyorsun. Hani o fakir kızı alıp ona çok fazla şey vermek çok değerli bir şeymiş gibi hissettiriyor dimi?”

“Bilmiyorum olabilir belki.”

“Hani ben seni bu durumlarda bile seviyorum, ben seni saf seviyorum gibi bir şey mi hissediyorsun ?”

“Hiçbir fikrim yok ben sadece etkilendim hikayeden.”

Refik: “Göstermek istedikleri şey  bu aslında, ana fikri bu direkt olarak. Hani oğlan o kadar çok seviyor ki gitmiş elin varoşunu almış evine.”

“Ya acaba neyi sevmiş? Ben de bunu çok merak ediyorum. Yani Adriana Lima’ya benziyor olsa hadi tamam Victoria Secret’tan bir tane bikini alırsın hakikaten senin sosyoekonomik sınıfındaki güzel bir kadına dönüşür belki ama olmaz o iş bence ya realist olmak gerekirse. Ben B sınıfındayım ve C sınıfındaki bir kadınla ı-ıı…”

“Bu yine şey mevzusu gibi bence komşunun perdeleri hep daha beyaz. Yani kendi seviyesindeki kadınlar ona muhtemelen daha yapay daha yapmacık vs gelecek ama alt sınıfta olsa da.” diyor Burak.

“Genelde bu Türk hikayelerinde de bu bahsettiğin gibi oluyor. Kendi sınıfındaki kişiden bıkmış oluyor.”

“İşte alt sınıftaki için de onlar öyle aslında. Yani baktığın zaman o alt sınıftaki eleman için o yine çingene kız ne bileyim hırsız, yalan söyleyen bilmem ne kötü insan. Üst seviyedeki daha farklı gelecektir. Yani bu dediğim gibi elinde olmayanın daha kıymetli olması. Komşunun perdesi daha beyaz olması mevzusu…”

“Ben de bu soruyu cevaplamak isterdim ama benim alt seviyem yok.”

“Olduğu takdirde..?”

“Ya şimdiki yaşantını düşünürsek B diyebiliriz.”

“Yani bilmiyorum, olur yaa bana fark etmez. Gerçek aşkı kovalayan bir insan olduğumu herkes bilir (!)”

İldeniz: “Bana hiç realist gelmiyor açıkçası.”

Refik: Yok yok ben de zaten şaka amaçlı söylemiştim. Yani kesinlikle zaten görücü usulünü savunan bir insan olarak davul bile dengi dengine. Ben isterdim eşimin parasını yemek. İşte güzel yerlerde güzel bir kırmızı etin yanına güzel bir şarap içmek ancak bu da yaşanmayacak, ne de işte ben onu makarnaya ikna edebileceğim. Kendimden daha çok düşük birine yani genel olarak kendi seviyemden biriyle evleneceğim. Siz inanmıyorsunuz sanırım ama fakirin oğlu fakir olur, zenginin oğlu zengin olur. Ben bu mantıktayım ya.

“Aristokrasi bakidir.”

Burak: “Ya çok da değil. Başta da söylediğim gibi şu anda değişebilir bir sistem o.”

“Bir nebze, eskiye göre.”

“Eskiye göre kesinlikle, çünkü eskiden geçemiyorsun. Yasak gibi bir şey. Şu anda zor da olsa atlayabilirsin, çok da örneği var.”

Sizlere bu bölümde de bize eşlik ettiğiniz için teşekkür ediyoruz. Umuyoruz ki yalılarınız ya da yalısı olan insanlar olur hayatınızda. Eğer isterseniz tabii…

“Şampanya çok güzel değil yaa…”

“Şampanya büyük ihtimalle güzeldir. Keşke bilsem…”


No comments:

Post a Comment

S1B6 YALI ÇIKMAZI

Martılar ve Kargalar 6. bölümümüz olan Yalı Çıkmazı’nda Osman Nuri Ergin’i anarak karşınızdayız. “Hoş geldiniz, hoş bulduk, hoş geldin...