Monday, March 30, 2020

S1B3 MEDENİYET ÇIKMAZI

Yeni bir bölüm, yeni bir çıkmaz. Podcast Çıkmazı her bölümde olduğu gibi Osman Nuri Ergin’i anarak sizlerle birlikte. Bu seferki çıkmazımız “Medeniyet Çıkmazı”.

Medeniyet Nedir?
Uygarlık. Bir toplumun maddi ve manevi varlıklarına, fikir ve sanat çalışmalarına bunlarla ilgili niteliklerin tümüne verilen isimdir.

Medeniyet Çıkmazı neden Medeniyet Çıkmazı?
İldeniz bu konuda şöyle bir teoriye sahip: Bu görevi bir memura vermişler, sen al bu sokakları tek tek isimlendir diye. Adam 200 tane isimlendirirken etrafına bir bakıvermiş, orda bir medeniyet, hukuk ya da belki istiklal marşından falan görüp yapıştırmış. Yani sokağı, caddeyi, çıkmazı görmemiştir bile. –ağır bir ithamda bulunuyor biraz-

Burak’ın teorisi ise şu şekilde: Belediye Meclis Üyeleri takım elbiseleriyle o sokağa gitmişler bakmışlar sokağa giden bir yol yok, yerler taştan falan. “Ulan burada medeniyet yok!” demişler. İnsanlara da bir bakmışlar, buradan hayatta medeniyet falan çıkmaz deyip Medeniyet Çıkmazı adını vermişler. –yine çok ağır bir itham, daha da ağır-

Refik ise bunun güzel bir hikayesi olduğuna inanıyor. Hikayeleştirmeyi sevdiğinden de olabileceğini not düşüp anlatıyor: İstanbul’da yerleşik hayata geçen ilk insanlar belki de tam olarak orada kabile kurdular. Ve orada hala bir şekilde, bir yaşam olduğunu biliyoruz. Bu yüzden Medeniyet Çıkmazı dedik belki de.

Nerde ortaya çıktı peki “medeniyet”, “devlet” ve “toplum”?
“Devlet bütün toplumların kaderidir.” Diyor Fransız bir antropolog olan Clastres. Burak’a göre bu eksik bir düşünce. Hala tam olarak bir medeniyet kurmamış, kendi halinde yaşayan ilkel toplumlar var. Ama yine de devlet, medeniyet büyük çoğunluğunun kaderidir.

İlkel toplumlardan bu döneme nasıl gelindi? Devletleşme nasıl oldu?
Bu konuda enteresan teoriler bulunmakta. Bunlardan bir tanesi devletin ilk olarak Mezopotamya’da ortaya çıktığından bahseder. Bir diğeri ise Güney Amerika’da İnkalar üzerinden oluşturulmuştur. Mezopotamya ile ilgili “ Fetih Teorisi” vardır. Bu teori çiftçiler ve çobanlar arasındaki ilişkiyi anlatır. Bir tarafta kendi çıkardıkları ürünlerle kendilerine yetebilen çiftçiler, öbür tarafta ise dağlarda yaşayan çobanlar vardır. Çobanlar elverişli dönemlerde kendilerine yetebilseler de -hayvanların yaşamasına elverişli olmayan- kurak dönemlerde çiftçilere saldırırlar. Bunun sonucunda dört olasılık karşımıza çıkar: Saldırı sonucunda çiftçiler kazanırsa sıkıntı olmaz. Çobanlar yok olur ama çiftçiler yaşamlarını sürdürmeye devam ederler.

Çobanlar kazandığı takdirde üç ihtimal vardır: Birincisinde çobanlar kazanıp geri dönerler. Yağmacı olup ihtiyaç duyduklarında farklı yerleri yağmalarlar fakat bunun sonucunda bir toplum kuramazlar. İkinci ihtimalde çiftçileri öldürürler fakat kendileri üretim yapmayı bilmedikleri için onlar da bir süre sonra yok olurlar. Üçüncü ihtimalde ise çobanlar çiftçileri daha fazla üretime zorlamaktadırlar ve kazançlarının bir kısmını onlardan alırlar. Buna karşılık da çiftçileri diğer çobanlara karşı korumayı teklif ederler. Bunun sonucunda çobanlar yönetici, çiftçiler yönetilen kesim olurlar. Mezopotamya’da devletin bu yolla ortaya çıktığı savunulur. Birkaç nesil sonra ise çobanların torunları –ya da torunlarının torunları- yöneticilik vasfını kaba kuvvetle değil de gerçekten kendilerine hak olarak verildiği düşüncesini diğerlerine empoze ederek yönetici ve yönetilen kısımları ortaya çıkarmışlardır.

Inkalar’da ise durum şöyledir: Bu topraklarda tarım yapan topluluk yer sıkıntısı çeker. Herkes tarım yapar fakat bir tarafta Ant dağları, bir tarafta okyanus vardır. Kalan alan da çöllerle çevrilidir. Nüfusun artışıyla tarım alanları yetersiz kalmaya başlar. Bunun sonucu mecburen birileri diğerlerini fethetmeye yönelir. Böylece kaybeden toplumlar boyun eğmek zorunda kalır. Fetheden toplumlar kaybedenleri ya haraca bağlarlar ya da katlederler. Bu şekilde bir köy diğer hepsini denetimi altına alır ve bunun sonucunda şeflikler oluşur. İlk devletli toplumların bu şekilde kurulmuş olabileceği düşünülmektedir.

Devlet
Devletle ilgili genelde üç teori üzerinde durulur. Bunlar L...s, Hobbes ve Rousseau‘nun teorileridir. Refik kendisine en mantıklı gelen teorinin Hobbes’un teorisini olduğunu söyleyerek açıklıyor: Devletler olmadan önce ortada bir kaos vardır. Güçlü olan güçsüz olanı ezer. Ve bir yerde insanların haklarını koruyabilmeleri için buna dur denmesi gerekir. Bu amaçla bir toplum sözleşmesi hazırlanır ve eldeki tüm yetki Leviathan isimli zorunlu, gerekli bir “kötüye” verilir. Evet, kendisi bir “kötüdür” fakat onun varlığı hayatı düzene sokmaktadır, diğer kötülükleri engellemektedir. Artık kötünün kaynağı bellidir ve bu durum gerçek yaşantıyı basitleştirir. Rousseau eskiden eşitlik olduğunu söyler ve sadece ceza verme yetkisini devlete verir. Kuralların olmadığı bir dünyada eşitlik söz konusu olamaz, bu yüzden Hobbes haklıdır diyor Refik.

Ormanın Peygamberleri
Devletli topluma geçişte etkileri olan bir diğer gruptur. Güney Amerika’da vadedilen topraklara ulaşmak için insanlar şamanların önderliğinde yollara düşerler. Kötülüğün olmadığı dünyaya doğru yola çıkmışlardır. Bunun sebebi şeflerin otoritelerinin artması ve toplumdaki eşitlikçi yapının bozulmasıdır. Zaman geçtikçe peygamberlerin insanlar üzerindeki etkisi şefleri geçer. Şamanlar sadece tek bir sözle –diğerlerinin aksine- baskı yapmadan çok çok büyük kitleleri etkilemeye başlamışlardır. Sonuç olarak sadece sözleriyle, kendileri için ölebilecek bir toplum ortaya çıkarırlar. Bunun üzerine vardıkları topraklara su getirip besin üretmek için çalışırlar. İlkel toplumdan devletli topluma ilk geçişi bu kişilerin sadece sözle, dini önderleriyle toplumdan kaçarken büyük bir toplum yaratmalarında görebiliyoruz. Ki Burak da bu teoriyi anlatırken oldukça enteresan olduğunu belirtiyor. Eğer siz de bu teorilerle ilgileniyorsanız Oktay Uygun’un “Devlet Teorisi” kitabında bulunan diğer teorileri de okuyabilirsiniz.

Kurallar ve devlet gerekli midir?
Elbette bir toplumun yeterince elverişli şartlara erişebilmesi, kaynakları daha fazla kullanabilmesi ve kendi içinde adaletli ve düzenli bir şekilde yaşayabilmesi için bir otoriteye ihtiyaç vardır. Aynı zamanda bu otoritenin kültüre ve toplayıcı yapıya da sahip olması gerekir. Bununla birlikte kuralların hepsi önemlidir. Cezalarının daha az veya fazla olması aslında hiçbir şey belirtmez. Sadece o kurala uymayan daha fazla insan vardır ve bu yüzden cezasını arttırmışlardır. Eğer biz bir kurala önemsiz dersek -mesela o kuralların içinde yaşayan bir insan olarak eğer yaya geçidinden geçmek- diğer insanın adam öldürme yasağına gereksiz demesine eleştiri yapamayız. Bu yüzden tüm kuralları dikkate alarak, onlara uyarak yaşamalıyız.

İldeniz’e göre “medeni” mertebesine erişmek için olması gereken, kişinin devletin koyduğu kurallara uyması ve uyduğu sırada da bunun kendisine faydası olduğunu bilmesidir. Mesela Almanya ve Türkiye arasındaki, yani bu bahsettiğimiz medeni ütopya ile Türkiye arasındaki fark budur. İnsanlar vergi vermeyerek, kırmızı ışıktan geçerek yani bir şekilde kurallara uymayarak daha kârlı olduklarını düşünürler. Doğru, kısa süreçte bu davranış kendisine fayda sağlar ama daha medeni bir toplumda yaşayan bir insan kırmızı ışıkta durduğunda bunun kendisine faydası olacağını bilir. Çünkü o kişi öyle bir toplumda yetiştiği için araba sürdüğü sırada daha az şeye dikkat etmek zorunda kalacaktır. Yani insanların kurallara uyacağını bildiği için daha az efor sarf edecektir. Ya da vergi konusunda daha düzenli davrandığı için kendi hanesi de aslında devletin ekonomisinden yine daha fazla kazanmış olacaktır. Kuralların kendi faydasına olduğunu anlamak medeniyet mertebesine erişmektir.

Evet, bizce medeniyet yolunda atılması gereken adımlar var. Bu belki birilerinin mücadelesiyle belki de medeniyetin doğuşu teorilerindeki gibi kendi kendine gerçekleşecek. Fakat hangisi olursa olsun medeniyet yolunda ilerlemek insanlığı geliştirecektir.

Belki de Ormanın Peygamberleri'ne ihtiyacımız vardır, ha?


Bu hafta Medeniyet Çıkmazı’nda bize eşlik ettiğiniz için teşekkür ederiz. Başka bir çıkmaz sokakta buluşmak üzere… 

Katkı Sağlayanlar:
Yazan: Selin Kudunoğlu
Konuşmacılar: Ali Refik Varol, Burak Saldıroğlu, İldeniz Konakçı



Monday, March 23, 2020

S1B2 EZELİ ÇIKMAZI

Ve yeni bir çıkmazla, Ezeli Çıkmazı’yla Podcast Çıkmazı, bu hafta yine karşımızda. Bu sefer –bundan sonraki bölümlerde de olacağı gibi- Podcast Çıkmazı Osman Nuri Ergin’i anarak bölüme başlıyor.



Osman Nuri Bey’i neden anıyoruz?

1927’de İstanbul’da sokakları isimlendirmekle görevli bir kişi Osman Nuri Ergin idi. Kendisi, 5 ay içinde 6214 sokağa isim vermiştir. Bu isimlerin çoğunu Türk büyüklerinden seçmiştir. İsimlendirmeyi yaptıktan sonra da 38 haritadan oluşan bir kılavuz hazırlamıştır. Birçoğu muhtemelen günümüzde değişmiş durumda olsa da kendisinin İstanbul’daki sokak isimlerini ilk defa bu kadar kapsamlı isimlendiren kişi olduğunu söyleyebiliriz. Biz de podcastimizde çıkmaz sokak isimleri üzerinden yola çıktığımız için Osman Nuri Bey bizim için değerli bir insan.

Osman Nuri Ergin Hakkında

Osman Nuri Bey Malatya’da doğmuş ve 1892’de, 9 yaşında İstanbul’ a gelmiştir. Kendisi İstanbul Darülfünun Edebiyat Bölümü mezunudur ve İstanbul Belediyesi’ nde başkatiplik, mümeyyizlik, şube müdürlüğü gibi işler yapmıştır. İstanbul Belediyesi’ nin arşivinin kurulmasına büyük katkıları vardır. Bu çalışmalar da onun şehir ve belediye tarihçisi olarak anılmasında katkı sağlamıştır. 1927’de ilk nüfus sayımına karar verildikten sonra Osman Nuri beye de sokakları isimlendirme görevi veriliyor. Bunu da sokak tabelası takarken çekilmiş fotoğraflarıyla görebiliyoruz. Özellikle belediyecilik adına çok sayıda eseri mevcut. Eserlerinde Türk Toplumu’ nda tarihi kopukluk, kuşaklar arası yozlaşma, yabancılaşma gibi konulara da yer verip bunların önüne geçmeye çalışmıştır. İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı’ nın da kurulmasına öncülük etmiştir. 1961’de de İstanbul’da hayata veda etmiştir.

Ezeli Çıkmazı ve Sisifos

Ezeli nedir? TDK’ya göre “öncesiz” anlamına gelmektedir. Refik “ezeli” deyince bize Sisifos’ tan bahsediyor. Kendisi Yunan Mitolojisinde tanrılar tarafından büyük bir kayayı bir tepeye yuvarlamakla cezalandırılan bir kraldır. Bu döngüye hapsedilmesinin sebebi Zeus’ a ihanet etmesidir. Mitolojiye göre Zeus nehir tanrısının kızını kaçırır ve Sisifos nehir tanrısına kalesinin içinden bir pınar akıtılması karşılığında kızın yerini söyler. Zeus da bu ihanete karşılık kendisini cezalandırmak için ona ölüm meleği Thanatos’ u gönderir. Fakat Sisifos Thanatos’ u zincire vurur ve Zeus onu kurtarmak için duruma müdahale eder. Sonuç olarak Sisifos Ölüler Ülkesine gönderilir. Fakat kaderine katlanmak istemez. Karısından kendisine güzel bir cenaze töreni yapmasını ister fakat tören yapılmamıştır. Bu yüzden Hades’in aklına girip yeryüzüne geri döner. Fakat düşündüğünün aksine cezasından kurtulamamıştır. Ölüler Ülkesi tanrıları onu sonsuza dek büyük bir kayayı bir tepenin zirvesine yuvarlamaya mahkum ederler. Fakat kaya asla zirveye ulaşamaz, her seferinde geri yuvarlanır ve Sisifos sonsuza kadar her gün sabaha kadar kayayı itip sabah onun yuvarlanmasını izler. (Küçük bir bilgi: bu hikayeden yola çıkılarak; anlamsız, bitmek bilmeyen işler İngilizce’de Sisyphean olarak tanımlanır.)
Fakat Sisifos aynı zamanda kurnazlığıyla ünlü ve yenilgiyi kabul etmeyecek bir kraldır. Bu yüzden bunu kendisine bir ceza olarak görmemeyi tercih edip her seferinde kendisini bu işe adamış ve asla çektiği sıkıntıları düşünmemeye başlamıştır. Halka göre bu Sisifos için gerçekten çok büyük bir cezadır, artık onun için umut yoktur. Ama bu olumsuz bir durum değildir. Çünkü Sisifos mutludur ve bu durumu kabul etmiştir. Bu yüzden bu durumun olumsuzluğu Sisifos için ortadan kalkar.

Belki biz de hayatımızda Sisifos gibi düşünebiliriz. Hayata katlanmak bu şekilde kolaylaşabilir. Ama asıl soru şudur: Biz de katlanmak zorunda mıyız? Hayatımızı “katlanılacak bir şey” olarak görmezden mi gelmeliyiz yoksa katlanılacak durumu mu değiştirmeliyiz?

İldeniz de konuyu şuradan yakalıyor: “Sorun, yaşamın ta kendisinde mi yoksa sürekli aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar bekleyen bizlerde mi?” Buna karşın Refik ile Burak’tan “Peki sürekli aynı şeyleri yapmak bizim isteğimiz dahilinde mi? Sürekli aynı şeyleri yaptığımızın farkında mıyız?” soruları geliyor. İnsan doğası gereği istemediği, kendi faydasına olmadığını düşündüğü şeyleri yapmaz diye cevap veriyor buna da. Tabii ki bazen kendimize bir hedef koyuyoruz ve aslında sürekli aynı şeyi yapıyoruz, taşı yukarı çıkartıyoruz. Ama bu durumdan belki birazcık burnumuzu dışarı çıkartarak, başka şeyler deneyerek daha güzel şeyler de umabiliriz diyor. Çok küçük bir değişiklik bile çok büyük farklar yaratabiliyor. Belki de biraz daha cüretkar olmalıyız ha? Sisyphos’ un aksine biz bunu değiştirebilecek özgürlüğe sahibiz.

Godot’ yu beklerken(i beklerken)

Tıpkı Sisifos gibi kendini tekrarı anlatan bir tiyatro oyunu Godot’ yu Beklerken. Burak ve İldeniz zamanında bu oyuna çalışmışlar fakat Godot’ yu Beklerken’i oynamayı o kadar beklemişler ki oynama fırsatı bulamayıp Godot’ yu Beklerken’i anlatan bir oyun olan Godot’ yu Beklerken'i Beklerken’i çalışmışlar –ki bu oyun Godot’ yu Beklerken’in perde arkasında geçen bir oyundur-. Oyunu oynarken istemsizce başa dönmeye başlamışlar. Bu yüzden oyuncu için de zorlu bir oyun olduğunu anlatıyorlar. Çünkü sürekli -neredeyse- aynı şeyi tekrarlamak zorundaymışlar. “O monotonluğa bir süre sonra öyle kaptırıyorsun ki gerçekten sürekli aynı şeyi tekrar etmeye başlıyorsun” diyor İldeniz. Oyunun içinde bu monotonluk sadece, oyunculardan birinin oyuncu tuvaletine değil de başka bir tuvalete gitmesiyle bozuluyor.

Tüm bu karışıklık ve uğraşlarının sonucunda oldukça keyifli bir oyun ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Burak ve İldeniz’in yorumuyla da oldukça eğlenceli. İlerleyen tarihlerde oynanacağı takdirde sizi de haberdar edeceğiz!

Ezeli Çıkmazı’ nda bize eşlik ettiğiniz için teşekkürler, bir sonraki bölümde görüşmek üzere.


Katkı Sağlayanlar:
Yazan: Selin Kudunoğlu
Konuşmacılar: Ali Refik Varol, Burak Saldıroğlu, İldeniz Konakçı

Friday, March 20, 2020

S1B1- AKLIEREN ÇIKMAZI


Podcast Çıkmazı’nın ilk bölümünde, ilk çıkmazımız ve “Gerçekler ve Gölgeler” konusu üzerine konuştuk. Ama önce bu bölüme adını veren Beykozun Merkez mahallesinde yer alan 116 metrelik Aklıeren Çıkmazı’nın nasıl bu ismi aldığı üzerine fikir yürüttük.




İlk olasılık Beykoz Belediye Meclis üyelerinin –çünkü sokakları hep onlar isimlendirir, sizce de öyle değil mi?-  sokak isimlendirme görevlerindeyken bu çıkmaza “buradan aklı olan çıkmaz” diye düşünerek bu ismi vermeleriydi. Fakat bizce bu yanlış bir düşünce. Çünkü bize kalırsa asıl akıllı bir adam o yokuşu çıkacaktır. Neden mi? Çünkü Aklıeren Çıkmazı, yokuşun sonunda muhteşem bir boğaz manzarasına sahip. Buradan İstanbulu baştan başa görebilirsiniz. Yani güzel bir çelişkiye sahip güzel bir çıkmaz kendisi. O yüzden “Çıkalım, Aklıeren Çıkmazı’nı çıkalım” diyor Refik. İldeniz yine de sahile inip aynı manzaranın hem deniz kenarında hem de yokuş çıkmadan tadının çıkarılabileceğini savunsa da boğazı bir de oradan izlemenizi tavsiye ediyoruz.

Gerçek nedir?

Gelelim bu bölümün asıl konusuna. Gerçek nedir? El ile tutulup göz ile görülecek biçimde tam anlamıyla var olan, varlığı hiçbir biçimde yadsınamayan, bir durum, bir olgu, bir nesne ya da bir nitelik olarak var olan demektir.

Peki bu bir pipo mudur?

Hollanda’da 1872 de doğmuş olan Piet Mondrian, Neoplastisizm akımının kurucusu olarak bilinir. Bu akımın öncüleri ilkel renkler ve basit geometrik şekiller kullanarak sanat eserleri ortaya çıkarırlar. Kübizmden yola çıkılarak kurulmuştur fakat güncel olarak yaşayan bir akım değildir. Savunduğu düşünce gerçeğin birebir çizilemeyeceğidir. İldeniz kübizmden yola çıkarak akımın fikrinin gerçeğin yansıtılamaycağından ziyade gerçeğin farklı bir yönünü yansıtmak amaçlı olduğu düşüncesini öne sürüp Picasso’yu örnek veriyor. “Gerçeğin her türlüsünü gerçekten daha gerçek bir biçimde aktarmaktır amacı.” Diyor.

Nedir bu gerçek!!

Burak Mondrian'ı kendi yorumuyla  “Kübizm, aman bee, uğranılacak sakin bir liman…” düşüncesiyle seslendirirken anlıyoruz ki zamanında uzunca bir süre Kübizmden etkilenmesine rağmen Mondrian'a bir süre sonra bu da yeterli gelmemiş. Gerçeği istersek her açıdan ele alalım yine de kağıda aktarırken yine aynı “gerçeği” aktaramayacağız. Gerçeğini aktarabileceğimiz tek şey bu soyut çizgilerdir.

Pipo ve Elma – Ceci n’est pas une pipe! (Bu bir pipo değildir!)

Refik’in ağzından Magritte’i dinliyoruz şimdi de. René Magritte çok güzel bir pipo resmi çiziyor ve resmin altına da şunu yazıyor: “Bu bir pipo değildir.” Foucault bunun üzerine bir deneme yazmış. Ve inanır mısınız, bu gerçekten de bu bir pipo değildir! Bu bir piponun resmidir. Bu resim pipoyu ne kadar iyi yansıtsa da, biz ona ne kadar pipo desek de bu durum aslında hepimizin düştüğü bir yanılgıdır. Birçok resme baktığımızda onların ne olduklarına dair birer yargıya varırız ve onları resimde gördüğümüz varlıklarla adlandırırız fakat bunlar sadece bize çağrıştırdıkları kavramlardır, asıl varlığın kendileri değillerdir.
Refik konuşmasına Magritte’in çok daha derin bir yaklaşımda bulunduğunu anlatarak devam ediyor. Diyor ki: Magritte “Bu bir pipo değildir.” derken pipo sözcüğüne, pipo resmine, pipoyu anımsatan ve o içinden duman çıkan nesneye olan bütün göndermelerimizden bahsediyor. Ve hepsini reddediyor. Burak’ın anlatışına göre Magritte çizdiği resmin neden pipo olmadığı sorusuna şöyle cevap vermiş: “Ben buna tütünü koyup içebiliyor muyum? İçemiyorum. O halde bu bir pipo değildir.”

İmgelerin İhaneti

Magritte bu düşüncesini seri tablolarla zaman içinde vurgulamış. 1928-1929 yılları arasında önce tek bir pipo çizmiş. Daha sonra bir elma çizerek bu düşünceyi farklı bir resimle ele almış. Benzer birkaç tablodan sonra iki pipoyla karşımıza çıkmış. Bu pipolardan birisi normal, öbürü ise “piponun resmi” olan pipoyu gösteriyor. Bu sefer karşımıza “Bunların hangisi pipodur?” sorusu çıkıyor. Sizce hangisi?





Katkı Sağlayanlar:
Yazan: Selin Kudunoğlu
Konuşmacılar: Ali Refik Varol, Burak Saldıroğlu, İldeniz Konakçı

S1B0- PİLOT BÖLÜM


   Bu bölümde, düşünürken girdikleri çıkmazları Podcast Çıkmazı adı altında birleştirip bizi çıkıp çıkmadığından emin olmadıkları kendi çıkmazlarına sürükleyen podcast yayıncılarımız kimlerdir ve Podcast Çıkmazı‘nın içeriği nedir bunu öğreniyoruz.

Sesini ilk duyduğumuz konuşmacımız Burak Saldıroğlu. Kendisini Türk Alman Üniversitesi Hukuk Bölümü mezunu olan stajyer bir avukat olarak tanıyoruz. Çeşitli radyolarda geçmişi bulunuyor. Mikrofona konuşmayı seviyor diyebiliriz, umarız siz de seversiniz.

Bir diğer konuşmacımız Çıkın Çıkmazı’ndan çıkan Türk Alman Üniversitesi mezunu bir endüstri mühendisi, İldeniz Konakçı. Jelibon sevmiyor ve konuk olarak başladığı radyoculuğa komik olarak devam etmeyi sevdiğini belirtiyor.

Ve son olarak en genç konuşmacımız, çayını şekerli içen ve bununla gurur duyan Türk Alman hukuk bölümü öğrencisi Refik Varol’u tanıyoruz. Kendisi radyo-podcast yapımcılığına ilgi duyduğunu ve yeni evinde bir adet de boş oda bulunduğunu fark ederek Burak’a bu konudan bahsetmiş. Sonuç olarak boş oda Güreş Odası adını almış ve Podcast Çıkmazı kendisine bir ev bulmuş.

“Bizim konseptimiz hiç bu değil yaa...”
Peki nedir Podcast Çıkmazı’nın konsepti? Pek de geyik olmayan konular üzerine geyik yapmaya eğilimli, “kültürlenirken biraz da gülelim bari” temasıyla ortaya çıkan bir podcast yayınıdır. Konuşmacılarımız hoş sohbet ve zıt fikirleriyle kültürel konuları ele alırlar. Dinleyicilerse onların kültürel bilgilerinin yanında fikir ayrılıkları ile savaşmalarının komik kesitlerine dahil olurlar.

Umarız siz de küçük sohbetlerimize dahil olup her hafta İstanbul’un başka bir çıkmazında bize eşlik edersiniz. Her çarşamba 19.30’da yeni bir çıkmaz sokakla karşınızda olacağız, iyi dinlemeler.


Katkı Sağlayanlar:
Yazan: Selin Kudunoğlu
Konuşmacılar: Ali Refik Varol, Burak Saldıroğlu, İldeniz Konakçı

S1B6 YALI ÇIKMAZI

Martılar ve Kargalar 6. bölümümüz olan Yalı Çıkmazı’nda Osman Nuri Ergin’i anarak karşınızdayız. “Hoş geldiniz, hoş bulduk, hoş geldin...