Martılar ve Kargalar
6. bölümümüz
olan Yalı Çıkmazı’nda Osman Nuri Ergin’i anarak karşınızdayız.
“Hoş geldiniz, hoş bulduk, hoş geldiniz.” - İldoko
Konuklar ve
Pizzalar
Bu bölümde 3
tane konuğumuz var. Onlar da hoş geldiler! Ama bize cevap veremiyorlar çünkü
konuk politikamız gereği konuklarımız eğer yayında ses çıkarırlarsa bize pizza
ısmarlamak zorunda kalıyorlar.
Maalesef! Pizzasını
ısmarlayayım istediğim kadar konuşayım gibi bir şey de mümkün değil. Eğer öyle
olursa baştan alıp pizzamızı yemiş oluyoruz :)
Bu da bizim
politikamız
Konuklarımızdan
birine, sosyal medya sorumlumuza, teşekkür ediyoruz. Şu ana kadarki tüm ekip
işlerimizi, sosyal medya sorumluluğunu çok büyük bir ekip almıştı ama bu
seferki sorumlumuz işinin ehli olduğu için yalnız başına bu işi halledebiliyor.
“Kendisine çok teşekkür ederiz ama ismini vermeyeceğiz çünkü bu da bizim
politikamız. Sosyal medya sorumlumuzun ismini vermemek değil, yayında isim
vermemek bizim politikamız.”. “Sadece Osman Nuri ergin, bir de kendi adımızı
küçücük söylüyoruz. Çok az. “
Bir
hayranımız var! (Hadi ama birçok hayranımız var…)
Bu hafta bir
hayranımız mesaj attı. Parası da olan bir hayranımızdı ki bize bölüm ismi
almayı teklif etti. Oldukça yüklü bir miktar parayla geldi. Kıramadık
kendisini, hemen kulisler yapıp isim değişikliğine gidildi. Mecburen konumuz da
ismiyle değişmiş oldu.
“Yani bizden
isim satın alabilirisiniz. NASA’dan yıldız, WWF’ten panda çocuğu ismi almaktan
daha mantıklıdır, çünkü onlar gerçektir. Hiçbir pandaya sizin çocuğunuzun,
karınızın adını vermiyorlar. Yıldıza da vermiyorlar. Sadece bir sertifika
veriyorlar. Ama biz yapıyoruz. Yaptık.” diye de ekliyor İldeniz.
Neden Yalı
Çıkmazı, Yalı Çıkmazı?
Belediye
meclis üyeleri tabi ki bu sokağı da isimlendirmişler. Hatta bu fikri bu bölümde
İldeniz bile kabul ediyor!
Refik
fikrini sunuyor: “Evet ama şöyle bir durum var, biz Yalı Çıkmazı ismini nasıl
parayla sattıysak aynı şekilde -belediye meclis üyelerine hakaret etmek
istemiyorum ama- ufak bir miktar bağış alarak karşılığında acaba Yalı Çıkmazı
ismini vermişler midir bir yalı sahibine diye düşünüyorum.”
“Rüşvetle
sokak ismini almışlar?”. “Rüşvetle hiç değil yaa.”
“Ya almış
olabilirler, bence haklarıdır da. Çünkü belediye meclis üyelerinin maaşları
gerçekten çok az. 150 lira mı neydi.” Diyor Burak.
“Belediye
meclis üyeleri mi var yaa?”
“Evet,
belediye meclisleri var.”
“Bunlar
böyle sokak isimlendirmeyle falan mı uğraşıyorlar?”
…
Burak’ın
fikri de şu yönde: “Böyle enteresan işler yapıyorlar. Yalı çıkmazı şu şekil
olmuş olabilir. Yalıların çoğunluğu Osmanlı döneminde falan yapılmış. Müslüman
yalıları var, gayrimüslim yalıları var. Müslüman yalılarının araları biraz daha
boşluklu, gayrimüslim yalıları dip dibe yapılmış. Müslüman yalılarının
aralarındaki boşluklar işte çıkmazlar falan olabilir. Bu dönemde de bu
yalıların önlerine yol yapmak için asfalt ve dolgu yapabiliyorlar ki trafik
rahatlasın. Böyle bir asfalt dolgu yapmışlar. Sonra o, çıkmaza çıkmış. O
çıkmaza çıkınca da bu yalıya çıkmış bir çıkmaz olmuş, gibi...”
Fuat paşa yalısından
bahsediyor bize Refik. “Denizle arasından yol geçen bir yalı.”. “
“Denize
sıfır teknik olarak ama başka bir denize sıfır değil. Boğaza sıfır değil,
denize sıfır.”
Refik bu
konuda “Ancak ben Fuat Paşa Yalısı’nın sahibi olsaydım ve evimin camından
bakarken bir anda transit yoldan geçen bir 500T’nin içindeki o ter kokusunu
görseydim -çünkü görülebilir bir şey yani artık yani o ter kokusu- çok rahatsız
olurdum. “ şeklinde bir görüşe sahip. (500T’ ye bindiyseniz görülebilen ter kokusu
konusunda şüpheniz olmadığından eminiz.)
“Otobüs
geçmesini istemezdin yani?”
“Kesinlikle
istemezdim.”
“Ben çok
öyle düşünmüyorum yaa.” diye giriyor Burak. “Oradan geçmesi beni çok rahatsız
etmezdi.”
“Aranızdaki
fark sanırım sosyoekonomik sınıfındaki, kendi sınıfındaki insanlarla birlikte
olmaktan o kadar rahatsız değilsin, sense rahatsızsın.”
“Eğer öyle
olsaydım, o sosyoekonomik sınıfta olsaydım.”
“Ama senin
de kendi sosyoekonomik sınıfın var ve diğerleri ile birlikte olmaktan rahatsız
olabilirsin yani sonuçta bunun için illa yüksek mertebede olmaya gerek yok. C-
B sınıfındaki bir insan da A+ sınıfındaki bir insandan işte Ferrari’nin
içerisindeki bir insanı gördüğünde bundan hoşnut olmuyor, hatta içindeki adama
diyor ki… Şey çocuğu. Sırf o arabanın sahibi olduğu için şey çocuğu diyor. Müteahhit.” diyor İldeniz.
“Ben o 500t’nin
içinde olmak istemezdim yalı sahibi olsam ama beni çok da ırgalamazdı o kadar
uzaklıkta olması. Sonuçta ben bu sosyal sınıftayım diğer sosyal sınıftaki
herkes ölsün demek fazla bencilce gelir bana.” diye belirtiyor Burak.
“Ya da
birlikte yaşamaktan rahatsız olmuyorsun.”
“Küçük bir
çizgi...”
İldeniz
devam ediyor: “Bence herkes bir miktar birlikte yaşamaktan rahatsız oluyor, sosyoekonomik
sınıf farklılığında. Çünkü yani insanlarda aradığımız şey hepimizin, bebeklerin
dahi kendisine benzer bir yan bulmak. İnsanları sevmemizin, onları
özümsememizin sebebi de, kitap karakterlerini sevmemizin sebebi de onlarda bize
benzer bir yan bulmak. Ve benzeyen insanları seviyoruz. Sosyoekonomik sınıfı
ayrı olan insanlarla birlikte olamıyoruz. Bu zengin kız fakir oğlan ilişkisi
gerçekte öyle yürümüyor çünkü beklentiler ayrı. Beklentiler, alışkanlıklar,
zevkler…”
“Kesinlikle
o şekil yürümüyor. Ama şöyle de bir şey var. Eskiden olduğu gibi ’Sen işçi
sınıfındasın asla yukarı çıkamayacaksın’ gibi bir şey yok. Zor ama fakir oğlan
bir şekilde kendini zengin yapıp zengin kız zengin oğlan olabilir. Önceden bu
böyle değildi.” diyor Burak.
Sosyal sınıflar
nasıl ortaya çıktı?
Refik diyor ki: “Günümüzdeki şekle gelmesi biraz burjuvazinin kazandığı zaferle
oldu. Kendileri artık derebeylerini yıkarak burjuvaziyi getirdi daha sonrasında
ise sanayi devriminden sonra işçi sınıfı büyük bir kitleyi oluşturmaya başladı.”
”Çok önce de
yok muydu? Aristokrasi yani hani Antik Yunan’da da aristokrasi var, Mısır’da da
var. Hani bu bahsettiğimiz sosyoekonomik veya sosyal sınıflar hep vardı.”
“Şu anki
halini alması, işte son gelişme bunlar oldu. Şu an nüfusta en çok orana sahip
olan işçi sınıfı. Hatta bu yüzden Marx işçi sınıfının burjuvaziyi tekrar
yıkacağını ve devrimin oradan geleceğini sanıyor ama şu an Marx’ın zamanından
beri de bir şeyler değişti. Şu an ben böyle bir şeyin çok mümkün olduğunu
görmüyorum her ne kadar benim fikrim ne kadar önemli bilmesem de…”
“Ben biz
görmesek de mümkün olduğunu, bu tarz bir devrim olacağını düşünüyorum. Çünkü
her türlü bu sınıfın tekrar dağıtılması gerekiyor. Normalde günümüze kadar bu
coğrafyanın değişmesiyle gerçekleşti. İşte o imparatorluk veya uygarlık yıkıldı,
ardından başka bir coğrafyada ya da aynı coğrafyada başka bir toplum yine, yeni
baştan kendi sınıflarını oluşturdular. En nihayetinde bir sınıf farkı oluşacağını
düşünüyorum ama bu sınıfların hep aynı şekilde ilerleyeceğini düşünmüyorum. Bu
hani belli olmaz dünyanın yalı felaketi tüm yalıların yıkılması, boğaz
köprüsünün yıkılması ve İstanbul’un felakete dönmesinin ardından da olabilir,
bir hükümetin yıkım politikasından sonra da olabilir. Ama tüm dünyada bunun
olacağını düşünüyorum.” diyor İldeniz.
“Ama yine de
bundan sonra da ezilenler başta kalacak ve tüm dünya eşit olacak bu burjuva yıkılacak
gibi bir şey olmaz bence.” diye ekliyor Burak.
“Muhtemelen olmaz çünkü defalarca oldu ve her seferinde böyle bir sınıf farkı oldu. Hangi uygarlık hangi coğrafyada denediyse oldu ve olması da lazım bence. Sadece olduktan sonra bazı dengelerin daha farklı oturması lazım. Şu ana kadar gördüğümüz, okuduğumuz tüm uygarlıklarda orta sınıfın kültürü yansıttığını, asıl ikonun onlar olduğunu söylemek mümkün. Antik Yunan’da falan biraz daha farklı çünkü o zamanlar yazmak etmek, insanlara erişmek, o iletişim imkânı sadece aristokratlarda olduğu için o biraz farklı. Fakat günümüzde böyle olduğunu söyleyebiliriz. Orta sınıf bir memleketi yansıtır. Onların eğitimli ve refaha sahip olması, olması gereken şey. Sınıf farkının olmaması değil bence.”
Bu sınıfları
da kısaca açıklarsak; üst sınıfı büyük miktarda gayrimenkul sahipleri, yalı
sahipleri, işveren sanayici ve üst düzey yöneticiler oluşturuyor. Orta sınıfı
ise masa başı iş yapan çalışanlar, beyaz yakalılar, profesyonel mesleklere
sahip olanlar, devlet görevlileri vs. alt sınıfta da genellikle imalatta
çalışan işçiler, el emeğiyle çalışanlar, devlet görevlilerinden daha alt
görevde olan kişiler ve düz tarım yapan insanlar olarak sayabiliriz.
Orta sınıfın
daha şişmiş olması bir toplum için daha iyi mi?
“Şişmiş… Sayısının
fazlalığından ziyade niteliği önemli.”
“Bu gayrimenkul mevzusunda da şöyle bir şey
var. Hep yalılara şu an zengin diyoruz mesela, A sınıfı A+ sınıfıymış gibi
hitap ediyoruz ama benim lisemde bir arkadaşım vardı. Çocuk bir yalı sahibiydi
ve yalı sahibi olduğunu üç buçuğuncu yılımızda falan öğrendik çünkü söylemezdi.
Yani zaten bununla hava atacak bir insan değildi ve yaşantısı da A sınıfı bir
insan gibi değildi. Yani B sınıfıydı. Ve hakikaten B sınıfı bir çocuk. Bizim
gibi bir öğrenciydi bizim gibi harcamaları olan bir çocuktu ve gerçekten
cüzdanında da bizim kadar parası vardı. Tek sebebi gerçekten vaktinde Osmanlı’dan
ona kalan mirastı. Artık bilmiyorum aile boyunca hep tek çocuk yaparak mı ilettiler
ama çocuklarına miras kalan gerçekten güzel bir yalı vardı ve çok normal bir
yaşantıları vardı. Ona sahip çıkıyorlardı. Arkadaşım da bu algıya çok sinirlenirdi
açıkçası. ‘Yalın var sen süper zenginsin’ algısına çok sinirlenirdi çünkü normal
yaşayan, sadece yalısı olan bir insandı.” diye örnekliyor İldeniz.
“Ya bu
konuda Osmanlı’dan kaldıysa büyük ihtimalle kendisi bir Osmanlı elitinin
soyundan geliyor. Şu an Türkiye’de ciddi bir sıkıntı var bu konuda. Elit
sıkıntımız var hani siz söylediniz orta sınıfa göre her şey belirleniyor ama hani
bir ülkenin eliti de olmalı.” diyor Refik.
“Orta sınıfı
da belirleyen elitlerdir. Orta sınıfı belirleyen, yöneten, şekillendiren… “
“Evet, şu an
bunun eksikliğini hissediyoruz açıkçası, ülkemiz elit yetiştirmiyor ve elite
sahip değiliz ve Osmanlıdan beri olan elitlerimiz de yok oldu. Gerçi Osmanlı’daki
elitler de tartışılır hani destekleyip desteklemediğimiz ama en azından bir
elit kesim vardı. Mesela burada, Beykoz’da hemen sahile indiğimizde çay içtiğimiz
yalı, Ahmet Mithat Efendi Yalısı, ne bileyim Said Halim Paşa Yalısı, Fuat Paşa
Yalısı… Hepsi paşa ismiyle anılıyor çünkü gerçekten hepsi bir paşanındı ve o
paşaların elit olduğunu da tarihten biraz biliyoruz. Ancak ve ancak Türkiye’nin
şu anki zenginlerine baktığımızda mesela Acun, bir elit değil.”
“Senin
dediğine ben ‘entel aristokrat’ diyorum açıkçası. Entel hani topluma entellik
açısından bir faydası olan diyorum. Bence buna karar verecek, bunu
şekillendirecek mecra da devletin ta kendisi. Yani şu an bizim memleketimiz de
entel aristokrat çıkartıyor. İşte bunu, çok öyle örnek vermek istemiyorum ama
vaktinde işte bu tarihi liselerden Galatasaray Lisesi’dir, Erkek Lisesi’dir
falan, bunlardan vaktinde mezun olmuş insanlar sayesinde bizim tiyatro sinema televizyon
kültürümüz oturdu. Okan Bayülgen'ler, Ferhan Şensoy'lar gibi insanlarımız var bizim
de ve bunlar bence Avrupa’daki diğer ülkeleri de düşünecek olursak elimizde
tutmamız gereken kıymetli insanlar. Ama işte devletin de bu entel
aristokratlara destek olması gerekiyor. Hani hayatında hiç kitap okumamış
biatçı demircilerden ziyade onların aristokrasisine biraz değer veriyor
olması gerekiyor.”
“Açıkçası
ben burada devletten çok millette buluyorum hatayı. Çünkü sosyal medyayı çok
aktif kullanmasam da, aktif olarak takip eden bir insanım. Ve sosyal medyada
konuşulan insanlar kesinlikle hiçbir entel seviyesi olmayan, toplumu iyi bir
yere götürmektense kültürümüzü yaşantımızı geriye çekenler. Ve ben buna gerçekten
çok sinir oluyorum. Bunun değişmesi en büyük hedefim.”
“Kafandaki
şu an ütopyaya en yakın ülkeyi düşün, hatta isim ver hiç sakıncası yok.
Finlandiya, Etiyopya… Yani Finler sence bu anlamda daha iyi genlere, daha iyi
doğuştan etiklere sahip olduğu için mi sosyal anlamda daha doğru insanları
seçiyorlar? Neden insanları suçluyorsun bu noktada? Alt kesimin kararı değil
bence bunlar. Onlar bir şekilde yönlendiriyorlar.”
“Bir
yönlendirme var ama bu yönlendirmenin devlet tarafından olduğunu düşünmüyorum
da devlet tarafından itilmiş olabilir. Yani şöyle olabilir. İnsanları bazı
söylemlere hapsedip bazı genel çizgiler çiziyor siyasetimiz. Ve o siyasetin
çizdiği çizgide insanların kaymasını görüyoruz mesela son zamanlarda
Osmanlıcılık tekrar çok revaçta. Bundan daha önce de ülkücüler vardı hep
Osmanlı isteyen, şeriatı isteyen insanlar vardı.”
“Ama bir
dünya trendi zaten bu arada bu. 100 yıl önceye dayanıyor. Sağcılığa faşizm
demeyelim de sağ fikrin artışı. Faşizm çok ayıp aa.”
Refik
ekliyor: “Bu konuda devletin bir çizgi belirlediği kesin. Ama sosyal medyada da
azcık aklı olan insanlar da bunu yapıyor ve ben asıl bunlara karşıyım. Kendi
üniversitemden, kendi lisemdeki tamam muhteşem bir lise üniversite olmasa da, yani
en iyisi olmasa da kalburüstü bir lise ve kalburüstü bir üniversitede okuyorum.
Ve kendi arkadaşlarıma baktığımda da hiç farklı değiller. Hani Osmanlı’yı
savunmuyorlar ama kendi konuştukları insanlar yine çok düşük seviyede insanlar
ve bu beni aşırı derecede rahatsız ediyor.”
“Bence bunu
yönlendiren aristokratlar, tüm uygarlıklarda olduğu gibi. Onları
şekillendirenin devlet olduğunu düşünüyorum ama tek faktör devlet değil tabi
ki. Onlarca faktör var. Kendilerini de destekliyorlar aynı zamanda. Kendilerini
de şekillendiriyorlar ama bence bizim aristokratlarımızdaki sıkıntı devletin
destek verdiği toplum kısmı. Ama tabi bu da çok öznel bir fikir.”
Varoş diye
bir kelime var…
“Kötü bir
sokak, sokağa asılmış kıyafetler, is kokusu…“
“Sosyoekonomik
sınıfı belirtiyor. Yani fakirlik kötü bir sokakta yaşıyor olmak falan.”
“Bana doğduğum
yeri anlatıyor mesela.”
İldeniz bize
açıklıyor sonra: “Bizim Türkçemizde böyle. Biz bu kelimeyi Fransızcadan almışız
ve Fransızcada da tam tersi bir anlamı var. Zengin, burjuvayı temsil ediyor.
Bunun sebebi biz bu kelimeyi ‘anlamıyla’ almışız. Varoş şehir dışında yaşayan
kimselere deniyor, yani banliyöde. Banliyö de bu arada Fransızcaymış ama bir
kelime daha çıkartmışlar onu da vermişler ikisini de almışız ne gereği varsa…
Sonuç olarak ikisi de şehir dışına tekabül ediyor bildiğim kadarıyla. Ve
varoşun onlarda öyle bir anlama sahip olma sebebi şu; vaktinde Paris’te
zenginler tam tersi merkezin dışında, dışarda yaşarlarmış. Daha büyük evlerde,
daha lüks evlerde işte muhtemelen zaten tam anlamıyla içerde merkezde öyle bir
eve sahip olmaya paraları yetmeyeceği için yetemeyeceği için fiziksel olarak,
orada yaşarlarmış ve dışarıda yaşayanlar, banliyöde yaşayanlar, zenginlermiş. Ve
varoş Fransızcada zengin anlamına gelirken bizde fakir anlamına geliyor.”
“Biraz da
şeyden olabilir, yani okuduğum kitaplar kadar biliyorum hiç yurt dışına çıkmış
bir insan değilim de hani genel olarak Paris’in merkezi bataklık olarak,
farelerin kol gezdiği bir yer olarak tasvir ediliyor. Çok eski bir yer
olduğundan altyapısı da biraz düşük.”
“Üç kilometrekarelik
güzel turistik bir yeri var, onun ardından bataklık başlıyor.”
“Ondan
dolayı da olabilir. Paris’in merkezinden
kaçış.”
“Paris’te
bulundum, öyleydi.”
İstanbul’un
Tadı
“ Varoşluk -ya
da ne demiştik yalılarda yaşayan insanlar- sosyoekonomik olarak daha üst düzey
olan insanlar ve daha aşağı olan insanlar arasındaki yaşam kalitesi farkı… Yani
İstanbul’u ele alıyorum. İstanbul’un tadını çıkarabilmek için gerçekten
sosyoekonomik olarak üst sınıfta mı olmak gerekiyor?”
İldeniz
örnekleyip açıklıyor: “Ekşi Sözlük’te buna dair çok ciddi bir tartışma vardı ‘İstanbul’da
8 bin lira maaşla yaşamak’ diye. İstanbul’da 8 bin lira maaşla yaşamak ne için
yeterli sizce? Yani istediğin semtte, güzel bir semtte oturmak, hobilerine
vakit ayırmak için yeterli mi? Yani oradaki tartışmadan bahsedeyim, orda
insanların yaptığı basit hesapla işte yabancı gruplardan hoşlanan bir insanın
ayda 2 tane konsere giderek istediği semtte oturup çocuğunu da düzgün bir okula
göndermeyi planlamasıyla olmuyor. Düzgün okul bu arada iyi semtin devlet okulu,
özel okul değil.”
“8 bin lirayla
ne yapılabilir İstanbul’da? Çok güzel bi öğrencilik hayatı geçirilir.”
“Fazla güzel
olurdu…”
İldoko
devam ediyor: “Çok güzel bir örnek var sosyoekonomik sınıfı yine B + olan bir arkadaşım
vardı bizim üniversitemizde, Türk Alman Üniversitesi’nde kendisi gayet kendi
yaşantısını idare edecek kadar paraya sahipti ve bir burs kazandı 500 Euro’ya
tekabül eden bir burs. Ki ne kadara tekabül ediyor biliyorsunuz, asgari maaştan
daha fazla. Ve bu bursu kazandıktan sonra oturduk hesap yaptık çocuk ne yapabiliyor,
sınıfı yükseliyor mu diye. Çocuk araba alamıyor, ev zaten alamıyor ve sınıfı
yükselmiyor. Yani adlandırmak istemem ama bir Bilkent Üniversitesi öğrencisi,
bir Koç Üniversitesi öğrencisinin -hani oranın ortalamasının değil de kafamızda
oluşan o kitlenin- hani okula güzel arabayla giden, rahat bir şekilde evinde
oturan haftada iki tane Olmeca alan o adamdan bahsediyoruz -ya da Olmeca’dan
daha pahalısı işte ben Olmeca’yı pahalı biliyorum-. O adamın seviyesine
gelemiyordu, 500 Euro bursa rağmen. Aldığı bir asgari maaş eklemesine rağmen
olamıyordu yani. Sınıflar arasında gerçekten çok ciddi bir gelir farkı var.”
“Ve hani ne
kadar kazanırsa kazansın İstanbul’un tadını da yeterince çıkaramayacaktı.”
“Aslında İstanbul’un
tadını çıkaracak kadar kazanıyor ama bir öğrenci harcamalarıyla.”
“Evet.
140journos’un bir serisi vardı izlediniz mi bilmiyorum. İstanbul’un bedeli.
Öğrenciyi ele alıyor, işçiyi ele alıyor ve beyaz yakayı ele alıyor, İstanbul’dan
ne kadar verim aldıklarını. Öğrenci zaten parası olmadığı için vakti olsa da İstanbul’un
tadını çıkaramıyor. İşçi zaten İstanbul’u göremiyor, hem vakti hem de parası
yok. Beyaz yakalının bir nebze daha fazla parası var onun da vakti yok çünkü
gününün bir bölümünü tamamen işe ayırıyor. Ve yol vesaire derken zaten zamanını
tüketiyor.”
Refik
anlatıyor: “Bu konu da benim kafamda çok somutlaşmıyor açıkçası. İşçilerin kötü bir hayatı olduğunu biliyoruz,
istedikleri gibi yaşayamadıklarını biliyoruz ama ne kadar olduğuna dair şöyle
bir konuşmada bir fikir edinmiştim. Nereden tanıştığımı söylemeyeyim, bir
bisiklet fabrikasının patronu bir gün işçilerini yılbaşı yemeğine götürüyor,
boğaz kenarında bir restoranta. İşçiler yemek yiyor sonra konuşuyorlar işte siz
boğazı sever misiniz falan öyle bir muhabbet açılıyor. -İstanbul’da boğazı hiç
görmeyen 3 milyon insan yaşıyordu en son okuduğumda ve gerçekten hani böyle 3
milyon insan deyince yine çok kişiselleştiremiyoruz ama- o işçilerin çoğu boğazı
gerçekten hiç görmemişlerdi ve ilk defa böyle bir yerde yemek yiyorlardı. Ve gerçekten
birkaç tanesinin çok hoşuna giderken bazıları da yine garipsedi. Evet bir anlam
ifade etmedi onlar için. Garip yani ben denizi her gün görüyorum hani çok param
olduğundan değil sadece denize yakın oturduğum için ama denizi göremezsem ben
gerçekten sıkılır, bunalırım. Bütün dertlerim benim denizdedir. Bütün
dertlerimi ben denize anlatırım ve çok garip bir şekilde insanlar bundan keyif
almıyor. Çünkü onların hayatlarında çok daha gerçek sıkıntılar var yani benim
içinden çıkamayacağım sıkıntıları var belki de ve bu gerçek sıkıntıların içinde
gerçekten deniz onlar için asla bir kurtuluş olamıyor.”
Bunun
üzerine İldeniz bir soru yöneltiyor hepimize: “Bu aklıma geçen hafta konuştuğumuz
şeyi getirdi. Hangi zamanda yaşamak isterdin muhabbeti hani 70'lerde mi yaşamak
isterdin, antik yunanda mı tarzında. Sen nerede yaşamak isterdin? Hangi zamanda?”
…
“Mesela çok
fazla şey örneği var, ben de çok arkadaşımdan duydum “70’lerde Amerika’da
yaşamak isterdim.“. “Live fast, die young” zamanlarında böyle kot ceket giyip
partilere katılmak falan ama toplumun yüzde kaçını temsil eden insan grubu bu,
hani kimden bahsediyorsun sen? 70’lerde Türkiye’de doğsaydın rahat bir şekilde
ailenden izin alıp bir kadın olarak muhtemelen sokağa bile çıkamayacaktın. Çıkan
insanlar da vardı ama o da gerçekten toplumun az bir kısmıydı. Emrah Sefa Gürkan’ın
cevabı ise şu zamanda tam olarak 2019’da Cihangir’de yaşamak isterdim diye.
Cihangir’de yaşayacak sosyoekonomik sınıfta olmak isterdim diye çok güzel bir
cevap. Çünkü İstanbul’un gerçekten tadını çıkartmaktan bahsediyor ve ‘şu
zamanda’ yaşamaktan bahsediyor. Onun bahsettiği ikilem tabi başka bir şey, şu
zamanda yaşamanın bizim için daha doğru olduğu. Geçmiş bizim için yeterince
konforlu değil, gelecek de adapte olmamız için yeterince primitif değil. Ondan
bahsediyordu ama evet Cihangir’de yaşamak için, daha doğrusu İstanbul’un tadını
çıkartmak için zengin olmak gerekiyor. Belki cihangir değil ama zengin olmak
gerekiyor.”
Sizce yaklaşık ne kadara İstanbul’da güzel bir
hayat yaşanır? (Tek bir birey için)
İldeniz: “Tek
kişilik olunca bence 5 bin lira ya. Ama çalışmayacaksın yani hiçbir derdin
olmayacak. Ertesi gün işe gitmen, yolculuk trafik gibi bir derdin olmadığı
takdirde 5 bin lira kişi başı haftanın her gününe standart bir kültürel
faaliyet ekleyebilirsin. Ama işte bu nokta çok önemli kültürel faaliyetler de B
sınıfı kültürel faaliyetler yani benim katılmak istediğim, Beşiktaş’taki bir
konser, ne bileyim işte Zorlu’daki bir yabancı bir sanatçının bir etkinliği ya
da bilindik bir sanatçının tiyatro etkinliği… Bunlar. Yani boğazdaki bir yalıda
şampanya içmek değil. Ki zaten bana keyif verecek olan şey de bu değil. Ben tam
olarak bundan dolayı dedim zengin kız fakir oğlan ilişkisi bundan yürümez diye.
Çünkü fakir oğlan yalıda şampanya içmekten keyif almaz hiçbir zaman muhtemelen.
Çünkü onun alışkanlıkları ona keyif veren şeylerdir.”
Burak: “Bunu
bilemeyiz ya… Yani çünkü hiç görmediği bir şeyden zevk alamayacağını
söylüyorsun. Bunu denemeden bilemez bence kişi. Yadırgayacağı muhakkak ama.”
“Çok da zevk
alabilir hatta, haklısın. Hatta hayat amacı da bu olabilir. Bundan keyif almak…”
Refik: “Hayat
amacı bu olanlar yine çok sinir olduğum bir tip...”
“Yeterince
istedikleri için bunu kazananlar var ama gerçek bir mutluluk olduğuna
inanmıyorum ben.”
“Ben de
inanmıyorum.”
“Biraz içi
boş bir şey...”
Refik: “Hani
herkes aynı şeylerden keyif almak zorunda değil. Bütün keyiflerimiz aynı olmaya
başladı. Bundan daha önce de konuşmuştuk sanırım seninle, hani ben mesela
bodruma tatile gitmekten keyif almıyorum. Ben Akdeniz’de yüzmeyi sevmem mesela.
Akdeniz’e hayatımda da bir kere gittim ayrıca. Benim için çok tuzluydu. Ben Karadeniz’de
yüzmeyi öğrendim, Karadeniz’de yüzmek isterim yüzersem. Veya ben işte Cuma
akşamı Kadıköy’e gitmekten o kadar keyif almıyorum. Ben manzaraya karşı
çekirdek kola yapmayı daha fazla seviyorum.”
“Yine
alışkanlıklar…”
“Alışkanlık
değil işte ben mesela çok fazla çekirdek kola yapmış bir insan da değilim -her
ne kadar öyle göstersem de- ama ben sıcak bir muhabbeti her zaman Cuma akşamı Kadıköy’e
gitmeye yeğlerim yani.” diyor Refik.
“Belki de
beklentilerini düşürdüğün için. Yani bunlardan keyif almayı kabul etmişsindir
diyeceğim ama ben buna inanmıyorum.”
“Ben de
inanmıyorum yaa”
“Yani her
insan her durumda farklı şeyler hissederler. Hani herkes depresyona girer ama
kimisinin depresyona girmesinin sebebi ailesindeki herkesi kaybetmesi üstüne
bir de bacağını kolunu koparmasıdır, kimisinin sadece suratında sivilce
çıkmasıdır ve onlar fiziksel olarak, biyolojik olarak aynı hormonu salgılarlar
ve hakikaten aynı derecede üzülürler. Yalıda ya da işte ne bileyim Oslo turunda–
yine şampanya örneğini vereyim- şampanya içerken bir adamın aldığı keyifle
çekirdek çitleyen adamın aldığı keyif de bence gerçekten aynı. Ne kadar para
harcandığı değil onu daha keyifli yapacak olan şey” diyor İldeniz.
“Mesela yurtdışına
çıkmak konusunda da. Yurtdışında bir tatile gittiğimde ben büyük ihtimalle Louvre
Müzesi’ni gezerken o kadar zevk almayacağım. Yani bu yetkinliğe sahip bir insan
değilim ben. Oraya gidip Mona Lisa’nın fotoğrafını çekmek bana büyük bir keyif
vermeyecek.”
“Aa bak bir
de aklıma ne getirdin bu zenginler arasındaki şeyler, modern sanat fanatikleri.
Hani parayı gerçekten nereye saçacağını bilmeyen…”
“İşte bu
gösteriş merakı beni çok sinir ediyor. Mesela ben yurtdışına çıkmayı istiyorum
son zamanlarda, çok istiyorum ama benim yapacağım şey tamamen farklı olur. Ben
oradaki insanların nasıl yaşadığını gerçekten merak ediyorum. Hani küçük
şehirlere gidip hatta belki kasabalarda, köylerde dolaşıp küçük esnaf lokantası
-oralarda var mı esnaf lokantası Burak Bey ben bilmiyorum-
“Lokanta
olarak değil ama Türk yemek yerleri var. Lokantalar da var.”
“Türk yemek
yerleri değil ya. Onlar ne yiyor? Onların işçileri nerede yiyor mesela? Avrupa’daki
benim ekonomik seviyemdeki bir insan nerede ne yapıyor?”
“Genelde
yabancılar oluyor ve kendi mutfakları oluyor diye düşünüyorum.”
“Bilmiyorum
yani tam olarak senin sınıfın dediğin. Buradaki senin sınıfını oraya taşırsak?
Gelirini değil, sınıfını? Seninle aynı şeyleri yiyorlar ya sanırım. Yani yine işte
bugün lüks yapayım dediklerinde Custom Burger yiyorlar, güzel bir burgerciden
yemek söylüyorlar aksi takdirde evde makarna yanına bir şeyler yapıyorlar.”
“Kötüymüş o
zaman”
İldeniz
ekliyor: “Ama şöyle bir şey var. Arada kalite farkı var sonuçta. Yani hani onun
da bir milyoncusuna – onun bir Eurocusu bizim bir milyoncumuz- ikimiz de Çin’den
alıyoruz fakat biz alırken 40 kuruşa satın alınan maşayı alıyoruz onlar 40 cent
e alınan maşayı alıyorlar ve arada bir fark oluyor tabi çünkü ikimiz de Çin’den
alıyoruz. Onun yediği ette de bir fark var.”
“Ben onların
yaşantısını öğrenmek istiyorum yani benim isteğim bu olurdu, ben bundan çok
keyif alırdım. Hani bir insan tanıyıp onu ‘gerçekten’ tanımak bana aşırı keyif
verir. Ama baktığımız zaman şu an keyif alınan şeylere veya olunmak istenen
kişilere tamamen çok zengin olayım işte gideyim Louvre Müzesi’ni gezeyim. Vallahi
ben bir şey anlamayacağım Mona Lisa’ya bakarken.”
“Seni varoş
olarak tanımlıyorum.”
“Hep aynı
yere baktık, hep zenginlere bok attık.”
Burak: “Ben
kimseye bok atmıyorum bu arada yani zengin olmanın hiçbir kötülüğü yok ve
zengin olmak isterim -hehe-. Louvre Müzesi’ne gitmek isterim ya da modern
sanata ilgi duyarım. Param olursa… hehhe”
İldeniz: “Ben
de zengin olmak isterim ama aynı alışkanlıklarımı daha sık yapmak için sadece.
Şampanya içmek için değil ama asıl geleceğim soru şu, kendi ekonomik sınıfının
altında bir kadınla takılır mıydın? Birlikte olur muydun ya da evlenir miydin?”
Burak: “Açıkçası
bu hangi filmler hatırlamıyorum da bu eleman böyle şeylere gider, Çingenelerin
oraya gider, oradan birine âşık olur ya ben o tarz hikayelerden çok
etkileniyorum. Yani ilerde zengin olup öyle bir yanlış yapabilirim. Yanlış…?”
“Sanki ona
çok kıymet veriyormuşsun gibi mi hissediyorsun. Hani o fakir kızı alıp ona çok
fazla şey vermek çok değerli bir şeymiş gibi hissettiriyor dimi?”
“Bilmiyorum
olabilir belki.”
“Hani ben
seni bu durumlarda bile seviyorum, ben seni saf seviyorum gibi bir şey mi
hissediyorsun ?”
“Hiçbir fikrim
yok ben sadece etkilendim hikayeden.”
Refik: “Göstermek
istedikleri şey bu aslında, ana fikri bu
direkt olarak. Hani oğlan o kadar çok seviyor ki gitmiş elin varoşunu almış
evine.”
“Ya acaba
neyi sevmiş? Ben de bunu çok merak ediyorum. Yani Adriana Lima’ya benziyor olsa
hadi tamam Victoria Secret’tan bir tane bikini alırsın hakikaten senin
sosyoekonomik sınıfındaki güzel bir kadına dönüşür belki ama olmaz o iş bence
ya realist olmak gerekirse. Ben B sınıfındayım ve C sınıfındaki bir kadınla
ı-ıı…”
“Bu yine şey
mevzusu gibi bence komşunun perdeleri hep daha beyaz. Yani kendi seviyesindeki
kadınlar ona muhtemelen daha yapay daha yapmacık vs gelecek ama alt sınıfta
olsa da.” diyor Burak.
“Genelde bu
Türk hikayelerinde de bu bahsettiğin gibi oluyor. Kendi sınıfındaki kişiden
bıkmış oluyor.”
“İşte alt
sınıftaki için de onlar öyle aslında. Yani baktığın zaman o alt sınıftaki
eleman için o yine çingene kız ne bileyim hırsız, yalan söyleyen bilmem ne kötü
insan. Üst seviyedeki daha farklı gelecektir. Yani bu dediğim gibi elinde olmayanın
daha kıymetli olması. Komşunun perdesi daha beyaz olması mevzusu…”
“Ben de bu
soruyu cevaplamak isterdim ama benim alt seviyem yok.”
“Olduğu
takdirde..?”
“Ya şimdiki
yaşantını düşünürsek B diyebiliriz.”
“Yani
bilmiyorum, olur yaa bana fark etmez. Gerçek aşkı kovalayan bir insan olduğumu
herkes bilir (!)”
İldeniz: “Bana
hiç realist gelmiyor açıkçası.”
Refik: Yok
yok ben de zaten şaka amaçlı söylemiştim. Yani kesinlikle zaten görücü usulünü
savunan bir insan olarak davul bile dengi dengine. Ben isterdim eşimin parasını
yemek. İşte güzel yerlerde güzel bir kırmızı etin yanına güzel bir şarap içmek
ancak bu da yaşanmayacak, ne de işte ben onu makarnaya ikna edebileceğim. Kendimden
daha çok düşük birine yani genel olarak kendi seviyemden biriyle evleneceğim.
Siz inanmıyorsunuz sanırım ama fakirin oğlu fakir olur, zenginin oğlu zengin
olur. Ben bu mantıktayım ya.
“Aristokrasi
bakidir.”
Burak: “Ya
çok da değil. Başta da söylediğim gibi şu anda değişebilir bir sistem o.”
“Bir nebze,
eskiye göre.”
“Eskiye göre
kesinlikle, çünkü eskiden geçemiyorsun. Yasak gibi bir şey. Şu anda zor da olsa
atlayabilirsin, çok da örneği var.”
…
Sizlere bu
bölümde de bize eşlik ettiğiniz için teşekkür ediyoruz. Umuyoruz ki yalılarınız
ya da yalısı olan insanlar olur hayatınızda. Eğer isterseniz tabii…
…
“Şampanya
çok güzel değil yaa…”
“Şampanya
büyük ihtimalle güzeldir. Keşke bilsem…”