Wednesday, June 10, 2020

S1B6 YALI ÇIKMAZI


Martılar ve Kargalar

6. bölümümüz olan Yalı Çıkmazı’nda Osman Nuri Ergin’i anarak karşınızdayız.

“Hoş geldiniz, hoş bulduk, hoş geldiniz.” - İldoko

Konuklar ve Pizzalar

Bu bölümde 3 tane konuğumuz var. Onlar da hoş geldiler! Ama bize cevap veremiyorlar çünkü konuk politikamız gereği konuklarımız eğer yayında ses çıkarırlarsa bize pizza ısmarlamak zorunda kalıyorlar.

Maalesef! Pizzasını ısmarlayayım istediğim kadar konuşayım gibi bir şey de mümkün değil. Eğer öyle olursa baştan alıp pizzamızı yemiş oluyoruz :)


Bu da bizim politikamız

Konuklarımızdan birine, sosyal medya sorumlumuza, teşekkür ediyoruz. Şu ana kadarki tüm ekip işlerimizi, sosyal medya sorumluluğunu çok büyük bir ekip almıştı ama bu seferki sorumlumuz işinin ehli olduğu için yalnız başına bu işi halledebiliyor. “Kendisine çok teşekkür ederiz ama ismini vermeyeceğiz çünkü bu da bizim politikamız. Sosyal medya sorumlumuzun ismini vermemek değil, yayında isim vermemek bizim politikamız.”. “Sadece Osman Nuri ergin, bir de kendi adımızı küçücük söylüyoruz. Çok az. “


Bir hayranımız var! (Hadi ama birçok hayranımız var…)

Bu hafta bir hayranımız mesaj attı. Parası da olan bir hayranımızdı ki bize bölüm ismi almayı teklif etti. Oldukça yüklü bir miktar parayla geldi. Kıramadık kendisini, hemen kulisler yapıp isim değişikliğine gidildi. Mecburen konumuz da ismiyle değişmiş oldu.

“Yani bizden isim satın alabilirisiniz. NASA’dan yıldız, WWF’ten panda çocuğu ismi almaktan daha mantıklıdır, çünkü onlar gerçektir. Hiçbir pandaya sizin çocuğunuzun, karınızın adını vermiyorlar. Yıldıza da vermiyorlar. Sadece bir sertifika veriyorlar. Ama biz yapıyoruz. Yaptık.” diye de ekliyor İldeniz.


Neden Yalı Çıkmazı, Yalı Çıkmazı?

Belediye meclis üyeleri tabi ki bu sokağı da isimlendirmişler. Hatta bu fikri bu bölümde İldeniz bile kabul ediyor!

Refik fikrini sunuyor: “Evet ama şöyle bir durum var, biz Yalı Çıkmazı ismini nasıl parayla sattıysak aynı şekilde -belediye meclis üyelerine hakaret etmek istemiyorum ama- ufak bir miktar bağış alarak karşılığında acaba Yalı Çıkmazı ismini vermişler midir bir yalı sahibine diye düşünüyorum.”

“Rüşvetle sokak ismini almışlar?”. “Rüşvetle hiç değil yaa.”

“Ya almış olabilirler, bence haklarıdır da. Çünkü belediye meclis üyelerinin maaşları gerçekten çok az. 150 lira mı neydi.” Diyor Burak.

“Belediye meclis üyeleri mi var yaa?”

“Evet, belediye meclisleri var.”

“Bunlar böyle sokak isimlendirmeyle falan mı uğraşıyorlar?”

Burak’ın fikri de şu yönde: “Böyle enteresan işler yapıyorlar. Yalı çıkmazı şu şekil olmuş olabilir. Yalıların çoğunluğu Osmanlı döneminde falan yapılmış. Müslüman yalıları var, gayrimüslim yalıları var. Müslüman yalılarının araları biraz daha boşluklu, gayrimüslim yalıları dip dibe yapılmış. Müslüman yalılarının aralarındaki boşluklar işte çıkmazlar falan olabilir. Bu dönemde de bu yalıların önlerine yol yapmak için asfalt ve dolgu yapabiliyorlar ki trafik rahatlasın. Böyle bir asfalt dolgu yapmışlar. Sonra o, çıkmaza çıkmış. O çıkmaza çıkınca da bu yalıya çıkmış bir çıkmaz olmuş, gibi...”

Fuat paşa yalısından bahsediyor bize Refik. “Denizle arasından yol geçen bir yalı.”. “

“Denize sıfır teknik olarak ama başka bir denize sıfır değil. Boğaza sıfır değil, denize sıfır.”

Refik bu konuda “Ancak ben Fuat Paşa Yalısı’nın sahibi olsaydım ve evimin camından bakarken bir anda transit yoldan geçen bir 500T’nin içindeki o ter kokusunu görseydim -çünkü görülebilir bir şey yani artık yani o ter kokusu- çok rahatsız olurdum. “ şeklinde bir görüşe sahip. (500T’ ye bindiyseniz görülebilen ter kokusu konusunda şüpheniz olmadığından eminiz.)

“Otobüs geçmesini istemezdin yani?”

“Kesinlikle istemezdim.”

“Ben çok öyle düşünmüyorum yaa.” diye giriyor Burak. “Oradan geçmesi beni çok rahatsız etmezdi.”

“Aranızdaki fark sanırım sosyoekonomik sınıfındaki, kendi sınıfındaki insanlarla birlikte olmaktan o kadar rahatsız değilsin, sense rahatsızsın.”

“Eğer öyle olsaydım, o sosyoekonomik sınıfta olsaydım.”  

“Ama senin de kendi sosyoekonomik sınıfın var ve diğerleri ile birlikte olmaktan rahatsız olabilirsin yani sonuçta bunun için illa yüksek mertebede olmaya gerek yok. C- B sınıfındaki bir insan da A+ sınıfındaki bir insandan işte Ferrari’nin içerisindeki bir insanı gördüğünde bundan hoşnut olmuyor, hatta içindeki adama diyor ki… Şey çocuğu. Sırf o arabanın sahibi olduğu için şey çocuğu diyor. Müteahhit.” diyor İldeniz.

“Ben o 500t’nin içinde olmak istemezdim yalı sahibi olsam ama beni çok da ırgalamazdı o kadar uzaklıkta olması. Sonuçta ben bu sosyal sınıftayım diğer sosyal sınıftaki herkes ölsün demek fazla bencilce gelir bana.” diye belirtiyor Burak.

“Ya da birlikte yaşamaktan rahatsız olmuyorsun.”

“Küçük bir çizgi...”

İldeniz devam ediyor: “Bence herkes bir miktar birlikte yaşamaktan rahatsız oluyor, sosyoekonomik sınıf farklılığında. Çünkü yani insanlarda aradığımız şey hepimizin, bebeklerin dahi kendisine benzer bir yan bulmak. İnsanları sevmemizin, onları özümsememizin sebebi de, kitap karakterlerini sevmemizin sebebi de onlarda bize benzer bir yan bulmak. Ve benzeyen insanları seviyoruz. Sosyoekonomik sınıfı ayrı olan insanlarla birlikte olamıyoruz. Bu zengin kız fakir oğlan ilişkisi gerçekte öyle yürümüyor çünkü beklentiler ayrı. Beklentiler, alışkanlıklar, zevkler…”

“Kesinlikle o şekil yürümüyor. Ama şöyle de bir şey var. Eskiden olduğu gibi ’Sen işçi sınıfındasın asla yukarı çıkamayacaksın’ gibi bir şey yok. Zor ama fakir oğlan bir şekilde kendini zengin yapıp zengin kız zengin oğlan olabilir. Önceden bu böyle değildi.” diyor Burak.


Sosyal sınıflar nasıl ortaya çıktı?
Refik diyor ki: “Günümüzdeki şekle gelmesi biraz burjuvazinin kazandığı zaferle oldu. Kendileri artık derebeylerini yıkarak burjuvaziyi getirdi daha sonrasında ise sanayi devriminden sonra işçi sınıfı büyük bir kitleyi oluşturmaya başladı.”

”Çok önce de yok muydu? Aristokrasi yani hani Antik Yunan’da da aristokrasi var, Mısır’da da var. Hani bu bahsettiğimiz sosyoekonomik veya sosyal sınıflar hep vardı.”

“Şu anki halini alması, işte son gelişme bunlar oldu. Şu an nüfusta en çok orana sahip olan işçi sınıfı. Hatta bu yüzden Marx işçi sınıfının burjuvaziyi tekrar yıkacağını ve devrimin oradan geleceğini sanıyor ama şu an Marx’ın zamanından beri de bir şeyler değişti. Şu an ben böyle bir şeyin çok mümkün olduğunu görmüyorum her ne kadar benim fikrim ne kadar önemli bilmesem de…”

“Ben biz görmesek de mümkün olduğunu, bu tarz bir devrim olacağını düşünüyorum. Çünkü her türlü bu sınıfın tekrar dağıtılması gerekiyor. Normalde günümüze kadar bu coğrafyanın değişmesiyle gerçekleşti. İşte o imparatorluk veya uygarlık yıkıldı, ardından başka bir coğrafyada ya da aynı coğrafyada başka bir toplum yine, yeni baştan kendi sınıflarını oluşturdular. En nihayetinde bir sınıf farkı oluşacağını düşünüyorum ama bu sınıfların hep aynı şekilde ilerleyeceğini düşünmüyorum. Bu hani belli olmaz dünyanın yalı felaketi tüm yalıların yıkılması, boğaz köprüsünün yıkılması ve İstanbul’un felakete dönmesinin ardından da olabilir, bir hükümetin yıkım politikasından sonra da olabilir. Ama tüm dünyada bunun olacağını düşünüyorum.” diyor İldeniz.

“Ama yine de bundan sonra da ezilenler başta kalacak ve tüm dünya eşit olacak bu burjuva yıkılacak gibi bir şey olmaz bence.” diye ekliyor Burak.

“Muhtemelen olmaz çünkü defalarca oldu ve her seferinde böyle bir sınıf farkı oldu. Hangi uygarlık hangi coğrafyada denediyse oldu ve olması da lazım bence. Sadece olduktan sonra bazı dengelerin daha farklı oturması lazım. Şu ana kadar gördüğümüz, okuduğumuz tüm uygarlıklarda orta sınıfın kültürü yansıttığını, asıl ikonun onlar olduğunu söylemek mümkün. Antik Yunan’da falan biraz daha farklı çünkü o zamanlar yazmak etmek, insanlara erişmek, o iletişim imkânı sadece aristokratlarda olduğu için o biraz farklı. Fakat günümüzde böyle olduğunu söyleyebiliriz. Orta sınıf bir memleketi yansıtır. Onların eğitimli ve refaha sahip olması, olması gereken şey. Sınıf farkının olmaması değil bence.”

Bu sınıfları da kısaca açıklarsak; üst sınıfı büyük miktarda gayrimenkul sahipleri, yalı sahipleri, işveren sanayici ve üst düzey yöneticiler oluşturuyor. Orta sınıfı ise masa başı iş yapan çalışanlar, beyaz yakalılar, profesyonel mesleklere sahip olanlar, devlet görevlileri vs. alt sınıfta da genellikle imalatta çalışan işçiler, el emeğiyle çalışanlar, devlet görevlilerinden daha alt görevde olan kişiler ve düz tarım yapan insanlar olarak sayabiliriz.


Orta sınıfın daha şişmiş olması bir toplum için daha iyi mi?

“Şişmiş… Sayısının fazlalığından ziyade niteliği önemli.”

 “Bu gayrimenkul mevzusunda da şöyle bir şey var. Hep yalılara şu an zengin diyoruz mesela, A sınıfı A+ sınıfıymış gibi hitap ediyoruz ama benim lisemde bir arkadaşım vardı. Çocuk bir yalı sahibiydi ve yalı sahibi olduğunu üç buçuğuncu yılımızda falan öğrendik çünkü söylemezdi. Yani zaten bununla hava atacak bir insan değildi ve yaşantısı da A sınıfı bir insan gibi değildi. Yani B sınıfıydı. Ve hakikaten B sınıfı bir çocuk. Bizim gibi bir öğrenciydi bizim gibi harcamaları olan bir çocuktu ve gerçekten cüzdanında da bizim kadar parası vardı. Tek sebebi gerçekten vaktinde Osmanlı’dan ona kalan mirastı. Artık bilmiyorum aile boyunca hep tek çocuk yaparak mı ilettiler ama çocuklarına miras kalan gerçekten güzel bir yalı vardı ve çok normal bir yaşantıları vardı. Ona sahip çıkıyorlardı. Arkadaşım da bu algıya çok sinirlenirdi açıkçası. ‘Yalın var sen süper zenginsin’ algısına çok sinirlenirdi çünkü normal yaşayan, sadece yalısı olan bir insandı.” diye örnekliyor İldeniz.

“Ya bu konuda Osmanlı’dan kaldıysa büyük ihtimalle kendisi bir Osmanlı elitinin soyundan geliyor. Şu an Türkiye’de ciddi bir sıkıntı var bu konuda. Elit sıkıntımız var hani siz söylediniz orta sınıfa göre her şey belirleniyor ama hani bir ülkenin eliti de olmalı.” diyor Refik.

“Orta sınıfı da belirleyen elitlerdir. Orta sınıfı belirleyen, yöneten, şekillendiren… “

“Evet, şu an bunun eksikliğini hissediyoruz açıkçası, ülkemiz elit yetiştirmiyor ve elite sahip değiliz ve Osmanlıdan beri olan elitlerimiz de yok oldu. Gerçi Osmanlı’daki elitler de tartışılır hani destekleyip desteklemediğimiz ama en azından bir elit kesim vardı. Mesela burada, Beykoz’da hemen sahile indiğimizde çay içtiğimiz yalı, Ahmet Mithat Efendi Yalısı, ne bileyim Said Halim Paşa Yalısı, Fuat Paşa Yalısı… Hepsi paşa ismiyle anılıyor çünkü gerçekten hepsi bir paşanındı ve o paşaların elit olduğunu da tarihten biraz biliyoruz. Ancak ve ancak Türkiye’nin şu anki zenginlerine baktığımızda mesela Acun, bir elit değil.”

“Senin dediğine ben ‘entel aristokrat’ diyorum açıkçası. Entel hani topluma entellik açısından bir faydası olan diyorum. Bence buna karar verecek, bunu şekillendirecek mecra da devletin ta kendisi. Yani şu an bizim memleketimiz de entel aristokrat çıkartıyor. İşte bunu, çok öyle örnek vermek istemiyorum ama vaktinde işte bu tarihi liselerden Galatasaray Lisesi’dir, Erkek Lisesi’dir falan, bunlardan vaktinde mezun olmuş insanlar sayesinde bizim tiyatro sinema televizyon kültürümüz oturdu. Okan Bayülgen'ler, Ferhan Şensoy'lar gibi insanlarımız var bizim de ve bunlar bence Avrupa’daki diğer ülkeleri de düşünecek olursak elimizde tutmamız gereken kıymetli insanlar. Ama işte devletin de bu entel aristokratlara destek olması gerekiyor. Hani hayatında hiç kitap okumamış biatçı demircilerden ziyade onların aristokrasisine biraz değer veriyor olması gerekiyor.”

“Açıkçası ben burada devletten çok millette buluyorum hatayı. Çünkü sosyal medyayı çok aktif kullanmasam da, aktif olarak takip eden bir insanım. Ve sosyal medyada konuşulan insanlar kesinlikle hiçbir entel seviyesi olmayan, toplumu iyi bir yere götürmektense kültürümüzü yaşantımızı geriye çekenler. Ve ben buna gerçekten çok sinir oluyorum. Bunun değişmesi en büyük hedefim.”

“Kafandaki şu an ütopyaya en yakın ülkeyi düşün, hatta isim ver hiç sakıncası yok. Finlandiya, Etiyopya… Yani Finler sence bu anlamda daha iyi genlere, daha iyi doğuştan etiklere sahip olduğu için mi sosyal anlamda daha doğru insanları seçiyorlar? Neden insanları suçluyorsun bu noktada? Alt kesimin kararı değil bence bunlar. Onlar bir şekilde yönlendiriyorlar.”

“Bir yönlendirme var ama bu yönlendirmenin devlet tarafından olduğunu düşünmüyorum da devlet tarafından itilmiş olabilir. Yani şöyle olabilir. İnsanları bazı söylemlere hapsedip bazı genel çizgiler çiziyor siyasetimiz. Ve o siyasetin çizdiği çizgide insanların kaymasını görüyoruz mesela son zamanlarda Osmanlıcılık tekrar çok revaçta. Bundan daha önce de ülkücüler vardı hep Osmanlı isteyen, şeriatı isteyen insanlar vardı.”

“Ama bir dünya trendi zaten bu arada bu. 100 yıl önceye dayanıyor. Sağcılığa faşizm demeyelim de sağ fikrin artışı. Faşizm çok ayıp aa.”

Refik ekliyor: “Bu konuda devletin bir çizgi belirlediği kesin. Ama sosyal medyada da azcık aklı olan insanlar da bunu yapıyor ve ben asıl bunlara karşıyım. Kendi üniversitemden, kendi lisemdeki tamam muhteşem bir lise üniversite olmasa da, yani en iyisi olmasa da kalburüstü bir lise ve kalburüstü bir üniversitede okuyorum. Ve kendi arkadaşlarıma baktığımda da hiç farklı değiller. Hani Osmanlı’yı savunmuyorlar ama kendi konuştukları insanlar yine çok düşük seviyede insanlar ve bu beni aşırı derecede rahatsız ediyor.”

“Bence bunu yönlendiren aristokratlar, tüm uygarlıklarda olduğu gibi. Onları şekillendirenin devlet olduğunu düşünüyorum ama tek faktör devlet değil tabi ki. Onlarca faktör var. Kendilerini de destekliyorlar aynı zamanda. Kendilerini de şekillendiriyorlar ama bence bizim aristokratlarımızdaki sıkıntı devletin destek verdiği toplum kısmı. Ama tabi bu da çok öznel bir fikir.”


Varoş diye bir kelime var…

“Kötü bir sokak, sokağa asılmış kıyafetler, is kokusu…“

“Sosyoekonomik sınıfı belirtiyor. Yani fakirlik kötü bir sokakta yaşıyor olmak falan.”

“Bana doğduğum yeri anlatıyor mesela.”

İldeniz bize açıklıyor sonra: “Bizim Türkçemizde böyle. Biz bu kelimeyi Fransızcadan almışız ve Fransızcada da tam tersi bir anlamı var. Zengin, burjuvayı temsil ediyor. Bunun sebebi biz bu kelimeyi ‘anlamıyla’ almışız. Varoş şehir dışında yaşayan kimselere deniyor, yani banliyöde. Banliyö de bu arada Fransızcaymış ama bir kelime daha çıkartmışlar onu da vermişler ikisini de almışız ne gereği varsa… Sonuç olarak ikisi de şehir dışına tekabül ediyor bildiğim kadarıyla. Ve varoşun onlarda öyle bir anlama sahip olma sebebi şu; vaktinde Paris’te zenginler tam tersi merkezin dışında, dışarda yaşarlarmış. Daha büyük evlerde, daha lüks evlerde işte muhtemelen zaten tam anlamıyla içerde merkezde öyle bir eve sahip olmaya paraları yetmeyeceği için yetemeyeceği için fiziksel olarak, orada yaşarlarmış ve dışarıda yaşayanlar, banliyöde yaşayanlar, zenginlermiş. Ve varoş Fransızcada zengin anlamına gelirken bizde fakir anlamına geliyor.”

“Biraz da şeyden olabilir, yani okuduğum kitaplar kadar biliyorum hiç yurt dışına çıkmış bir insan değilim de hani genel olarak Paris’in merkezi bataklık olarak, farelerin kol gezdiği bir yer olarak tasvir ediliyor. Çok eski bir yer olduğundan altyapısı da biraz düşük.”

“Üç kilometrekarelik güzel turistik bir yeri var, onun ardından bataklık başlıyor.”

“Ondan dolayı da olabilir.  Paris’in merkezinden kaçış.”

“Paris’te bulundum, öyleydi.”


İstanbul’un Tadı

“ Varoşluk -ya da ne demiştik yalılarda yaşayan insanlar- sosyoekonomik olarak daha üst düzey olan insanlar ve daha aşağı olan insanlar arasındaki yaşam kalitesi farkı… Yani İstanbul’u ele alıyorum. İstanbul’un tadını çıkarabilmek için gerçekten sosyoekonomik olarak üst sınıfta mı olmak gerekiyor?”

İldeniz örnekleyip açıklıyor: “Ekşi Sözlük’te buna dair çok ciddi bir tartışma vardı ‘İstanbul’da 8 bin lira maaşla yaşamak’ diye. İstanbul’da 8 bin lira maaşla yaşamak ne için yeterli sizce? Yani istediğin semtte, güzel bir semtte oturmak, hobilerine vakit ayırmak için yeterli mi? Yani oradaki tartışmadan bahsedeyim, orda insanların yaptığı basit hesapla işte yabancı gruplardan hoşlanan bir insanın ayda 2 tane konsere giderek istediği semtte oturup çocuğunu da düzgün bir okula göndermeyi planlamasıyla olmuyor. Düzgün okul bu arada iyi semtin devlet okulu, özel okul değil.”

“8 bin lirayla ne yapılabilir İstanbul’da? Çok güzel bi öğrencilik hayatı geçirilir.”

“Fazla güzel olurdu…”

İldoko devam ediyor: “Çok güzel bir örnek var sosyoekonomik sınıfı yine B + olan bir arkadaşım vardı bizim üniversitemizde, Türk Alman Üniversitesi’nde kendisi gayet kendi yaşantısını idare edecek kadar paraya sahipti ve bir burs kazandı 500 Euro’ya tekabül eden bir burs. Ki ne kadara tekabül ediyor biliyorsunuz, asgari maaştan daha fazla. Ve bu bursu kazandıktan sonra oturduk hesap yaptık çocuk ne yapabiliyor, sınıfı yükseliyor mu diye. Çocuk araba alamıyor, ev zaten alamıyor ve sınıfı yükselmiyor. Yani adlandırmak istemem ama bir Bilkent Üniversitesi öğrencisi, bir Koç Üniversitesi öğrencisinin -hani oranın ortalamasının değil de kafamızda oluşan o kitlenin- hani okula güzel arabayla giden, rahat bir şekilde evinde oturan haftada iki tane Olmeca alan o adamdan bahsediyoruz -ya da Olmeca’dan daha pahalısı işte ben Olmeca’yı pahalı biliyorum-. O adamın seviyesine gelemiyordu, 500 Euro bursa rağmen. Aldığı bir asgari maaş eklemesine rağmen olamıyordu yani. Sınıflar arasında gerçekten çok ciddi bir gelir farkı var.”

“Ve hani ne kadar kazanırsa kazansın İstanbul’un tadını da yeterince çıkaramayacaktı.”

“Aslında İstanbul’un tadını çıkaracak kadar kazanıyor ama bir öğrenci harcamalarıyla.”

“Evet. 140journos’un bir serisi vardı izlediniz mi bilmiyorum. İstanbul’un bedeli. Öğrenciyi ele alıyor, işçiyi ele alıyor ve beyaz yakayı ele alıyor, İstanbul’dan ne kadar verim aldıklarını. Öğrenci zaten parası olmadığı için vakti olsa da İstanbul’un tadını çıkaramıyor. İşçi zaten İstanbul’u göremiyor, hem vakti hem de parası yok. Beyaz yakalının bir nebze daha fazla parası var onun da vakti yok çünkü gününün bir bölümünü tamamen işe ayırıyor. Ve yol vesaire derken zaten zamanını tüketiyor.”

Refik anlatıyor: “Bu konu da benim kafamda çok somutlaşmıyor açıkçası.  İşçilerin kötü bir hayatı olduğunu biliyoruz, istedikleri gibi yaşayamadıklarını biliyoruz ama ne kadar olduğuna dair şöyle bir konuşmada bir fikir edinmiştim. Nereden tanıştığımı söylemeyeyim, bir bisiklet fabrikasının patronu bir gün işçilerini yılbaşı yemeğine götürüyor, boğaz kenarında bir restoranta. İşçiler yemek yiyor sonra konuşuyorlar işte siz boğazı sever misiniz falan öyle bir muhabbet açılıyor. -İstanbul’da boğazı hiç görmeyen 3 milyon insan yaşıyordu en son okuduğumda ve gerçekten hani böyle 3 milyon insan deyince yine çok kişiselleştiremiyoruz ama- o işçilerin çoğu boğazı gerçekten hiç görmemişlerdi ve ilk defa böyle bir yerde yemek yiyorlardı. Ve gerçekten birkaç tanesinin çok hoşuna giderken bazıları da yine garipsedi. Evet bir anlam ifade etmedi onlar için. Garip yani ben denizi her gün görüyorum hani çok param olduğundan değil sadece denize yakın oturduğum için ama denizi göremezsem ben gerçekten sıkılır, bunalırım. Bütün dertlerim benim denizdedir. Bütün dertlerimi ben denize anlatırım ve çok garip bir şekilde insanlar bundan keyif almıyor. Çünkü onların hayatlarında çok daha gerçek sıkıntılar var yani benim içinden çıkamayacağım sıkıntıları var belki de ve bu gerçek sıkıntıların içinde gerçekten deniz onlar için asla bir kurtuluş olamıyor.”

Bunun üzerine İldeniz bir soru yöneltiyor hepimize: “Bu aklıma geçen hafta konuştuğumuz şeyi getirdi. Hangi zamanda yaşamak isterdin muhabbeti hani 70'lerde mi yaşamak isterdin, antik yunanda mı tarzında. Sen nerede yaşamak isterdin? Hangi zamanda?”

“Mesela çok fazla şey örneği var, ben de çok arkadaşımdan duydum “70’lerde Amerika’da yaşamak isterdim.“. “Live fast, die young” zamanlarında böyle kot ceket giyip partilere katılmak falan ama toplumun yüzde kaçını temsil eden insan grubu bu, hani kimden bahsediyorsun sen? 70’lerde Türkiye’de doğsaydın rahat bir şekilde ailenden izin alıp bir kadın olarak muhtemelen sokağa bile çıkamayacaktın. Çıkan insanlar da vardı ama o da gerçekten toplumun az bir kısmıydı. Emrah Sefa Gürkan’ın cevabı ise şu zamanda tam olarak 2019’da Cihangir’de yaşamak isterdim diye. Cihangir’de yaşayacak sosyoekonomik sınıfta olmak isterdim diye çok güzel bir cevap. Çünkü İstanbul’un gerçekten tadını çıkartmaktan bahsediyor ve ‘şu zamanda’ yaşamaktan bahsediyor. Onun bahsettiği ikilem tabi başka bir şey, şu zamanda yaşamanın bizim için daha doğru olduğu. Geçmiş bizim için yeterince konforlu değil, gelecek de adapte olmamız için yeterince primitif değil. Ondan bahsediyordu ama evet Cihangir’de yaşamak için, daha doğrusu İstanbul’un tadını çıkartmak için zengin olmak gerekiyor. Belki cihangir değil ama zengin olmak gerekiyor.”

 

Sizce yaklaşık ne kadara İstanbul’da güzel bir hayat yaşanır? (Tek bir birey için)

İldeniz: “Tek kişilik olunca bence 5 bin lira ya. Ama çalışmayacaksın yani hiçbir derdin olmayacak. Ertesi gün işe gitmen, yolculuk trafik gibi bir derdin olmadığı takdirde 5 bin lira kişi başı haftanın her gününe standart bir kültürel faaliyet ekleyebilirsin. Ama işte bu nokta çok önemli kültürel faaliyetler de B sınıfı kültürel faaliyetler yani benim katılmak istediğim, Beşiktaş’taki bir konser, ne bileyim işte Zorlu’daki bir yabancı bir sanatçının bir etkinliği ya da bilindik bir sanatçının tiyatro etkinliği… Bunlar. Yani boğazdaki bir yalıda şampanya içmek değil. Ki zaten bana keyif verecek olan şey de bu değil. Ben tam olarak bundan dolayı dedim zengin kız fakir oğlan ilişkisi bundan yürümez diye. Çünkü fakir oğlan yalıda şampanya içmekten keyif almaz hiçbir zaman muhtemelen. Çünkü onun alışkanlıkları ona keyif veren şeylerdir.”

Burak: “Bunu bilemeyiz ya… Yani çünkü hiç görmediği bir şeyden zevk alamayacağını söylüyorsun. Bunu denemeden bilemez bence kişi. Yadırgayacağı muhakkak ama.”

“Çok da zevk alabilir hatta, haklısın. Hatta hayat amacı da bu olabilir. Bundan keyif almak…”

Refik: “Hayat amacı bu olanlar yine çok sinir olduğum bir tip...”

“Yeterince istedikleri için bunu kazananlar var ama gerçek bir mutluluk olduğuna inanmıyorum ben.”

“Ben de inanmıyorum.”

“Biraz içi boş bir şey...”

Refik: “Hani herkes aynı şeylerden keyif almak zorunda değil. Bütün keyiflerimiz aynı olmaya başladı. Bundan daha önce de konuşmuştuk sanırım seninle, hani ben mesela bodruma tatile gitmekten keyif almıyorum. Ben Akdeniz’de yüzmeyi sevmem mesela. Akdeniz’e hayatımda da bir kere gittim ayrıca. Benim için çok tuzluydu. Ben Karadeniz’de yüzmeyi öğrendim, Karadeniz’de yüzmek isterim yüzersem. Veya ben işte Cuma akşamı Kadıköy’e gitmekten o kadar keyif almıyorum. Ben manzaraya karşı çekirdek kola yapmayı daha fazla seviyorum.”

“Yine alışkanlıklar…”

“Alışkanlık değil işte ben mesela çok fazla çekirdek kola yapmış bir insan da değilim -her ne kadar öyle göstersem de- ama ben sıcak bir muhabbeti her zaman Cuma akşamı Kadıköy’e gitmeye yeğlerim yani.” diyor Refik.

“Belki de beklentilerini düşürdüğün için. Yani bunlardan keyif almayı kabul etmişsindir diyeceğim ama ben buna inanmıyorum.”

“Ben de inanmıyorum yaa”

“Yani her insan her durumda farklı şeyler hissederler. Hani herkes depresyona girer ama kimisinin depresyona girmesinin sebebi ailesindeki herkesi kaybetmesi üstüne bir de bacağını kolunu koparmasıdır, kimisinin sadece suratında sivilce çıkmasıdır ve onlar fiziksel olarak, biyolojik olarak aynı hormonu salgılarlar ve hakikaten aynı derecede üzülürler. Yalıda ya da işte ne bileyim Oslo turunda– yine şampanya örneğini vereyim- şampanya içerken bir adamın aldığı keyifle çekirdek çitleyen adamın aldığı keyif de bence gerçekten aynı. Ne kadar para harcandığı değil onu daha keyifli yapacak olan şey” diyor İldeniz.

“Mesela yurtdışına çıkmak konusunda da. Yurtdışında bir tatile gittiğimde ben büyük ihtimalle Louvre Müzesi’ni gezerken o kadar zevk almayacağım. Yani bu yetkinliğe sahip bir insan değilim ben. Oraya gidip Mona Lisa’nın fotoğrafını çekmek bana büyük bir keyif vermeyecek.”

“Aa bak bir de aklıma ne getirdin bu zenginler arasındaki şeyler, modern sanat fanatikleri. Hani parayı gerçekten nereye saçacağını bilmeyen…”

“İşte bu gösteriş merakı beni çok sinir ediyor. Mesela ben yurtdışına çıkmayı istiyorum son zamanlarda, çok istiyorum ama benim yapacağım şey tamamen farklı olur. Ben oradaki insanların nasıl yaşadığını gerçekten merak ediyorum. Hani küçük şehirlere gidip hatta belki kasabalarda, köylerde dolaşıp küçük esnaf lokantası -oralarda var mı esnaf lokantası Burak Bey ben bilmiyorum-

“Lokanta olarak değil ama Türk yemek yerleri var. Lokantalar da var.”

“Türk yemek yerleri değil ya. Onlar ne yiyor? Onların işçileri nerede yiyor mesela? Avrupa’daki benim ekonomik seviyemdeki bir insan nerede ne yapıyor?”

“Genelde yabancılar oluyor ve kendi mutfakları oluyor diye düşünüyorum.”

“Bilmiyorum yani tam olarak senin sınıfın dediğin. Buradaki senin sınıfını oraya taşırsak? Gelirini değil, sınıfını? Seninle aynı şeyleri yiyorlar ya sanırım. Yani yine işte bugün lüks yapayım dediklerinde Custom Burger yiyorlar, güzel bir burgerciden yemek söylüyorlar aksi takdirde evde makarna yanına bir şeyler yapıyorlar.”

“Kötüymüş o zaman”

İldeniz ekliyor: “Ama şöyle bir şey var. Arada kalite farkı var sonuçta. Yani hani onun da bir milyoncusuna – onun bir Eurocusu bizim bir milyoncumuz- ikimiz de Çin’den alıyoruz fakat biz alırken 40 kuruşa satın alınan maşayı alıyoruz onlar 40 cent e alınan maşayı alıyorlar ve arada bir fark oluyor tabi çünkü ikimiz de Çin’den alıyoruz. Onun yediği ette de bir fark var.”

“Ben onların yaşantısını öğrenmek istiyorum yani benim isteğim bu olurdu, ben bundan çok keyif alırdım. Hani bir insan tanıyıp onu ‘gerçekten’ tanımak bana aşırı keyif verir. Ama baktığımız zaman şu an keyif alınan şeylere veya olunmak istenen kişilere tamamen çok zengin olayım işte gideyim Louvre Müzesi’ni gezeyim. Vallahi ben bir şey anlamayacağım Mona Lisa’ya bakarken.”

“Seni varoş olarak tanımlıyorum.”

“Hep aynı yere baktık, hep zenginlere bok attık.”

Burak: “Ben kimseye bok atmıyorum bu arada yani zengin olmanın hiçbir kötülüğü yok ve zengin olmak isterim -hehe-. Louvre Müzesi’ne gitmek isterim ya da modern sanata ilgi duyarım. Param olursa… hehhe”

İldeniz: “Ben de zengin olmak isterim ama aynı alışkanlıklarımı daha sık yapmak için sadece. Şampanya içmek için değil ama asıl geleceğim soru şu, kendi ekonomik sınıfının altında bir kadınla takılır mıydın? Birlikte olur muydun ya da evlenir miydin?”

Burak: “Açıkçası bu hangi filmler hatırlamıyorum da bu eleman böyle şeylere gider, Çingenelerin oraya gider, oradan birine âşık olur ya ben o tarz hikayelerden çok etkileniyorum. Yani ilerde zengin olup öyle bir yanlış yapabilirim. Yanlış…?”

“Sanki ona çok kıymet veriyormuşsun gibi mi hissediyorsun. Hani o fakir kızı alıp ona çok fazla şey vermek çok değerli bir şeymiş gibi hissettiriyor dimi?”

“Bilmiyorum olabilir belki.”

“Hani ben seni bu durumlarda bile seviyorum, ben seni saf seviyorum gibi bir şey mi hissediyorsun ?”

“Hiçbir fikrim yok ben sadece etkilendim hikayeden.”

Refik: “Göstermek istedikleri şey  bu aslında, ana fikri bu direkt olarak. Hani oğlan o kadar çok seviyor ki gitmiş elin varoşunu almış evine.”

“Ya acaba neyi sevmiş? Ben de bunu çok merak ediyorum. Yani Adriana Lima’ya benziyor olsa hadi tamam Victoria Secret’tan bir tane bikini alırsın hakikaten senin sosyoekonomik sınıfındaki güzel bir kadına dönüşür belki ama olmaz o iş bence ya realist olmak gerekirse. Ben B sınıfındayım ve C sınıfındaki bir kadınla ı-ıı…”

“Bu yine şey mevzusu gibi bence komşunun perdeleri hep daha beyaz. Yani kendi seviyesindeki kadınlar ona muhtemelen daha yapay daha yapmacık vs gelecek ama alt sınıfta olsa da.” diyor Burak.

“Genelde bu Türk hikayelerinde de bu bahsettiğin gibi oluyor. Kendi sınıfındaki kişiden bıkmış oluyor.”

“İşte alt sınıftaki için de onlar öyle aslında. Yani baktığın zaman o alt sınıftaki eleman için o yine çingene kız ne bileyim hırsız, yalan söyleyen bilmem ne kötü insan. Üst seviyedeki daha farklı gelecektir. Yani bu dediğim gibi elinde olmayanın daha kıymetli olması. Komşunun perdesi daha beyaz olması mevzusu…”

“Ben de bu soruyu cevaplamak isterdim ama benim alt seviyem yok.”

“Olduğu takdirde..?”

“Ya şimdiki yaşantını düşünürsek B diyebiliriz.”

“Yani bilmiyorum, olur yaa bana fark etmez. Gerçek aşkı kovalayan bir insan olduğumu herkes bilir (!)”

İldeniz: “Bana hiç realist gelmiyor açıkçası.”

Refik: Yok yok ben de zaten şaka amaçlı söylemiştim. Yani kesinlikle zaten görücü usulünü savunan bir insan olarak davul bile dengi dengine. Ben isterdim eşimin parasını yemek. İşte güzel yerlerde güzel bir kırmızı etin yanına güzel bir şarap içmek ancak bu da yaşanmayacak, ne de işte ben onu makarnaya ikna edebileceğim. Kendimden daha çok düşük birine yani genel olarak kendi seviyemden biriyle evleneceğim. Siz inanmıyorsunuz sanırım ama fakirin oğlu fakir olur, zenginin oğlu zengin olur. Ben bu mantıktayım ya.

“Aristokrasi bakidir.”

Burak: “Ya çok da değil. Başta da söylediğim gibi şu anda değişebilir bir sistem o.”

“Bir nebze, eskiye göre.”

“Eskiye göre kesinlikle, çünkü eskiden geçemiyorsun. Yasak gibi bir şey. Şu anda zor da olsa atlayabilirsin, çok da örneği var.”

Sizlere bu bölümde de bize eşlik ettiğiniz için teşekkür ediyoruz. Umuyoruz ki yalılarınız ya da yalısı olan insanlar olur hayatınızda. Eğer isterseniz tabii…

“Şampanya çok güzel değil yaa…”

“Şampanya büyük ihtimalle güzeldir. Keşke bilsem…”


Thursday, May 7, 2020

S1B05 ÂŞIKLAR ÇIKMAZI



  Podcast Çıkmazı Osman Nuri Ergin’i anarak beşinci bölümü olan Aşıklar Çıkmazı ile karşınızda. Konumuz Cinsellik ve Takılar.

Âşıklar Çıkmazı mı Aşıklar Çıkmazı mı?
Âşıklar çıkmazı Beykoz’daki bir çıkmaz. Aynı zamanda Avrupa Yakası’nda da bir tane bulunuyor. Birden fazla bu isimde çıkmaz var çünkü herkesin aşk tanımı başka. Mesela bu Âşıklar çıkmazının dışında Aşıklar çıkmazı da olabilir. Burak Refik ve İldeniz bu konuda  “Aşık atmak? Bir o aşık atmak var bir de bir şeyi aşmışlık, aşıklık. Böyle bir şey var mı? Bilmiyoruz. Ya da su çayın boyunu aşık.” Gibi örneklerle bulmaya çalıştılar. Hangisi doğru biz de pek seçemedik ama söyleyebileceğimiz tek şey Avrupa Yakası’ndakinin Aşıklar Çıkmazı, Buradaki Âşıklar Çıkmazı olduğu.

  Aşk üzerine
  İldeniz anlatıyor: “Herkesin aşk tanımı başka, benim aşk tanımım baya böyle bu evrim ağacına girdiğinizde karşınıza çıkacak olan o Seratoninler, Dopaminler’in bilmem nesinin karması olan -ki her insanda da yine karması olan- hormonal bir bombalama diyelim. Adrenalin, sempati bombalaması. Budur benim için aşk açıkçası. O kadar yüceltilecek bir şey değil. Aşkı 15 dakika içerisinde de yaşayabilirsin herhangi biriyle aylar sonrasında tanıştıktan sonra da. Tanıştığın saniyede de yaşayabilirsin, 15 yıllık hiç sevmediğin karınla da bana soracak olursan. Tamamen bilimsel bir şey olduğunu düşünüyorum.”

  Burak’a göre de “Ben de duygusal bir şey olduğunu düşünüyorum ama kontrol edilebilir, yönetilebilir bir şey gibi geliyor bana. Yani elbet bilimsel araştırmalar, dayandığı bir nokta falan vardır ama âşık oldum demek… Aşka inanmaktan ziyade insanlar kendilerini âşık olduğuna ya da âşık olmadığına inandırıyor ve bu klasik mevzu bir kişiyi, herhangi bir kişiyi, sen âşık olduğunda dünyanın en muazzam kişisi olarak görebiliyorsun. Bütün kusurlarını falan atmış bir şekilde. Yani insan kendisini bir şekilde buna ikna ediyor ve aşk böyle ortaya çıkıyor gibi geliyor bana.”

  Refik'in aşk tanımı ise şu şekilde: “Şimdi bu konuda ben biraz okuduklarıma dayanarak söyleyeceğim. Bir insandan hoşlanmamız ortalama 4 dakika sürüyor. Ve o 4 dakikada kendimizden bir şeyler buluyoruz. Ne bulduğumuzu bilmiyoruz kişiden kişiye çok değişiyor ve ne etkili oluyor bilmiyoruz ve evet hormonların ilk aşamasında, en azından patlamasından meydana gelen bir şey aşk. Aşkın üç aşaması olduğundan bahsediyorlar. İkinci aşamada daha çok bağlanıyormış insanlar ve üçüncü aşamada Oksitosin diye bir madde salgılanıyormuş. Bu da git gide huzur veriyormuş insana. Daha da bağlıyor ve bağımlı hale getiriyormuş ve bu kadınlarda bu doğum yaptıktan sonra artan bir şey. Yani şunu söyleyebiliriz buradan evlilikler çocuk olduktan sonra en azından kadın tarafından daha çok benimseniyor. Bağlayıcı oluyor.”

 Aşk kontrol edilebilir mi?
  İldeniz Refik’in tanımladığı şeye katıldığını belirtiyor. “Mantıklı bence zaten evet bilimsel açıklamadan kastım oydu sadece üç aşama falan, kafamda o şekilde ayırmış değilim ama âşık kelimesine çok kıl oluyorum. Aşk dediğin şey korku gibi bir duygu. Sen kontrol edilebileceğini söyledin (Burak’a) diyor. “Korkuyu kontrol edemezsin mesela imkanı yok.” Burak da “Yüceltebilirsin ama korkunu.” Diye karşılık veriyor.

  “Ama ne kadar kendini ikna edersen et o uçurumun kenarına geldiğinde sen korkacaksın. O uçurumun kenarına gelip aşağı atlayacağına kendini ikna et ve aylarca bunu düşün ama ne yaparsan yap, sen o uçurumun kenarına gelince korkacaksın. Aşk hissetmen gerektiği zaman da, bunu hissedeceksin. Issız adam olmakla bunu engelleyemezsin ya da yalnız olmakla bunu arttıramazsın bana soracak olursan. Her türlü hissedersin.” Diye devam ediyor İldeniz.

  Burak ise “Hissedersin ama hissetmenin derecesini yani bunu daha mantıklı davranarak bunu daha az hissedebilirsin. Ya da kendini ona kaptırarak daha fazla hissedebilirsin. Her türlü hissedersin. Korkuda da aynı şekilde. Elbet korkarsın ama kendini o korkuya o kadar inandırırsın ki çok çok korkarsın. Ya da az korkarsın.” düşüncesinin arkasında duruyor.

  “Evet, gerçekten bir fobiye dönüşür bu mesela. Ve korkak olursun. Evet, tam olarak dediğin gibi, bir şeyde korkmaya devam edersin ve onu gerçek bir korkuya dönüştürürsün ve sen bir korkak kişisine dönüşürsün. Âşık kişisi böyle oluşmalı zaten. Yani bir insan aşk duydu diye âşık olamaz. Âşıklık bir durum değil çünkü, aşk bir duygu. Mesela uçurumdan atlamaktan korkuyorsam uçurumdan atlamaya mı, uçuruma mı korkak oluyorum. Hayır, ben onu bir fobiye dönüştürdüğüm için, bir kalıba soktuğum için korkaklaşıyorum. Âşıklık da bence bu şekilde adlandırılabilir. Onu bir kalıba soktuğunda, bir takıntıya çevirdiğinde âşık denebilir. O yüzden âşık kelimesi benim kafamda sizin yücelttiğiniz kadar tatlı bir şey değil. Yani sevgiden bağımsız. Hissettiğin aşkı kalıplaştırmayla ancak kafanda yüceltmeyle vardığın bir mertebe âşıklık. Aşk hissetmeyle doğrudan ilişkili olduğunu düşünmüyorum.”

  “Yani tabi ki de doğrudan ilişkili ama hissetmekten kastım yine yüceltmek zaten. Kendi kafanda kuruyorsun hani bilinçsiz bir şekilde yaptığın bir şey değil. Tamamen değil. Sürekli onu düşünerek sürekli iyi yönlerini görerek kendini manipüle ediyorsun ve sonunda hiçbir kötü yanı olmayan, ulaşılmaz en üstteki şey oluyor senin için.”
  
“Evet, asıl demek istediğim şuydu evet korku da duygular gibi aşk da ana ait bir şey hani senin statün âşık olamaz. Aşk hissettiğin sırada evet âşıksındır ama bundan bahsetmeye gerek yok. O sırada bahsetmen gereken şey aşk duyuyor olmak. Âşık olmak bir statü olamaz. Âna ait bir şey.”
  
  Refik de ekleme yapıyor: “Ya bu konuda aşkın az önce bahsettiğim üç aşamasından biz daha çok ilk aşamasını aşk olarak adlandırıyoruz. O heyecanı duyduğumuz işte kalbinin pırpır attığı noktayı, kelebekler falan. Bu kelebekler 6 ay ile 13 ay arasında sürüyor. Maximum sürebileceği 3 yıl bunun ve ondan sonrasında ikinci aşamaya geçiyorsun ve artık heyecanı her türlü bitmiş oluyor. Bu konuda da işte takıntı haline getirme konusunda da aşk ile kara sevda diye bir ayrım var kara sevda imkansız, ne bileyim, o takıntı haline deniyor. Bu konuda ilk teşhisi dünyada İbn-i Sina koymuş. “Malihülya” yani karasevdaya tutulmak olarak Türkçeleştirebiliriz bu hastalığı. Zamanın birinde vezirlerden birinin kızında buluyor İbn-i Sina bunu. Bu vezirin kızı yemeden içmeden kesiliyor, çok kilo veriyor. Ölecek gibi oluyor artık. İbn-i Sina’ya götürüyorlar ve İbn-i Sina kızın nabzını tutmaya başlıyor ve İstanbul’un semtlerini sayıyor. Kızın bir semte geldiğinde nabzının arttığını hissediyor. O semtte bir delikanlı olduğunu anlıyorlar. O delikanlıyı bulup evlendiriyorlar ve kız düzeliyor.” 

  “Konum üzerinden çalışıyorlar yani?”. “Dönemin ilk navigasyonunu İbn-i Sina buluyor.”

  Refik devam ediyor: “Bu konuda şöyle de bir ayrım var. Aşk bir uranyuma benzer diyor Nevzat Tarhan. Yani o takıntıyla ne yapacağın tamamen sana kalmış. Mükemmel bir enerji verebilir ama seni parçalayabilir de. Bu da kişinin biraz olgunluk seviyesine, kendisini geliştirmesine bağlı olarak kullanılabiliyor. Mesela Mevlana, Yunus Emre gibi insanlar bu kara sevdadan kurtulmanın yolunu ebedi aşkta bulmuş. Çünkü kara sevdada olay genellikle kaybetmek üzerine. Takıntı haline getiriyorsun evet, ama kaybetmeyi takıntı haline getiriyorsun. Bunlar da kaybedemeyecekleri bir şeye âşık olmuş. Yani aslında baktığımızda hiç tasavvuftan başlamak değilmiş amaçları, normal âşık olmuş bu adamlar ve kendilerini tasavvufa vererek bunun acısını azaltmışlar.”

  Burak da ekleme yapıyor. “Fırsat maliyetine girmek istiyorum ben bu konuda. Aşk ve kara sevda dedin değil mi? Ya şimdi kazandığında her bir sonraki gün bir önceki güne göre daha az verim alıyorsun ve daha sıradanlaşıyor. Kara sevdadaysa her gün kazanamamaya daha çok yaklaştığın için kazanamamadan aldığın verimin tersi olan şey artıyor. Verim artıyor? Antiverim? O da yine fırsat maliyetiyle alakalı bir durum galiba.”
  “Aşkın süreci o da kişiden kişiye değişir. İnsanın aşka tanımına göre. Ben hakikaten aşkı -mesela üç bölüme ayırıyormuşsun- o üçüncü bölümden, aşkın o pik yaptığı andan bahsedecek olursak bence cinsellikle direkt olarak bağlantılı. Yani bunu hissetmek için o işin olmasına gerek var bence. O da ne bahsettikleri gibi üç gün ne de üç ay sürecek değil. Bu da çok göreceli bir şey ama İbn-i Sina’nın da, evvelinin de, her birimizin de farkında olduğu gibi önemli olan tek şey bu hayatta pipi ne yazık ki. Pipi diye şimdi erkekler üzerine genellemeyelim ama…” “Magritte’in bir tablosu var onla alakalı…” ve espriler espriler devam ediyorlar…

  Cinsellik amaç mıdır araç mı?
  İldeniz başlıyor. “Hangi dava üzerinde konuştuğumuza göre değişir ama yani üst çok tepeden bakacak olursak amaçtır. Yani dünyaya onun için geldik gibi hissediyorum.”
Refik devam ediyor: “Şimdi yaşa çok bağlı. Bir lise öğrencisine sorarsanız bunu cevap bellidir. Aşk…”
  “Ne sorduğuna da bağlı. Sence cinsellik amaç mı araç mı “Cinsellik mi? heheh” diye de cevap verebilir.” “Lisesine de bağlı elbette. Ama atıyorum 75 yaşındaki bir insan için amaç biraz şaşabilir.”.“Bence o da aynı cevabı verecektir. ”Eee, cinsellik mi?” diyecektir duymamış bir şekilde ve umurunda bile olmayacaktır. Gerçi öyle de demeyelim 75 de çok uzak değil. Burak’ın 8 yılı var mesela.”

  İldeniz şunu da ekliyor. “Bir de şu mevzu da var insanların şeyinin derdi herkesi umursatıyor. Yani arkadaşımın şeyinin derdini gerçekten umursuyorum çünkü biliyorum ki onun hayatında gerçekten çok önemli bir yeri kapsıyor. Onun mutlu olmasını sağlayacak şey olduğunu biliyorum ve nerdeyse en çok önem verdiğim şey onun şeyinin derdi. Onun kazandığı para, onun işte oturduğu ev falan değil şeyinin derdini en çok umursuyorum. Bir araya geldiğimizde de eğer tüm şartlar elverişliyse hepimizin konuşmayı tercih ettiği şey bu. Yani bir kafede oturduğunuzda fark edeceksinizdir insanları veya kendi muhabbetinizi dinlerseniz. Dedikodular da genelde bu cinsellik, cinsel ilişkiler, bireysel ilişkilerin tabuları üzerine yapılan dedikodular falan oluyor. Elverişli koşulların ardından işte barınmamız, giyinmemiz ve yemek yememiz oturduktan sonra bir memeli olarak yapmamız gereken tek şey çiftleşmek.”

  “Ya böyle söyleyince dışardan bir baktım oldukça sığ olarak tanımlayacaklar bizi, de burada kastedilen şey şeyinin derdi derken sadece karı kız değil. Burada bahsedilen şey herhangi bir birliktelik, ilişki, insan ilişkilerinin tümü. Çok basite indirgeyip sadece seksten bahsetmiyoruz yani bu kadar öküzce konuştuğuma bakmayın.”

  Düğünler ve Takılar
  “Düğünden çok fazla bahsetmeye gerek yok çünkü çok fazla bahsetmeye gerek var. Ya gerçekten bu kadar demode bu kadar primitif bir gelenek olamaz bana soracak olursanız. Evlenme hadi bazı kalıplara gereklilik olarak sokulabilir, tamam hadi kabul ediyoruz, hukuki bir birliktelik falan ama abicim düğün falan çok demode ve primitif. Yani neyiz biz? Böyle insanları toplayıp yani benim eniştemin kuzeninin torunu halay çekecek diye niye ben o kadar onlarca para harcıyorum? Ne bu gösteriş? Ne bu gösteriş merakı?”

  “Ben de takı konusunu aşırı saçma buluyorum. Altın olayına çok karşıyım, özellikle hani taş ya taş bu! Hani bir metal parçası…”. “Ama mühendis olarak buna katılmıyorum altın gerçekten değerli bir maden ve ne olursa olsun yüz yıllar boyunca hazinelerin esas malı, ölçü birimi olacak.”. “Buna tamamım, az bulunan değerli bir maden. Buna değer biçilmesine tamam ama bunu kulağıma gerdanıma takmayı anlayamıyorum. Çok ilkel bir dürtüyü tatmin etmek için yapıyoruz bunu tamamen saçmalık, zırvadır bu ya!”
  Burak’a soruyoruz sonra, o yapar gibi geliyor bize. “Ben bir düğün yaparım yaa, ama böyle değil. Bir caz müzik eşliğinde falan. Sünnet düğünü belki… Çocuğuma. Ya da kendime de yapabilirim. Sünnet düğününü sonradan yapsan oluyor mu? 15-20 yıl sonra falan? Evet evet ilerde caz eşliğinde sünnet düğünümü yapacağım, sizi de beklerim.”

  Evlilik konusunda Refik anlatıyor: “’Evlilikte aşk esas değil, güven esastır.’ diyor Nevzat Tarhan. Çok da haklı söylüyor. Çünkü iyi iş birlikçi iki insan gerçekten daha sonradan birbirine âşık olabilirken birbiriyle anlaşamayan iki âşık hayatı birbirine zindan edecek bir ikili olabilir. Ki muhtemelen öyle oluyor. O yüzden aşktan ziyade anlaşmak, saygı, hoşgörü önemli. En iyisi görücü usulü diye tahmin ediyorum ben de.”
“Çok fark etmez ya. Evlilik, daha doğrusu çekirdek aile -anne baba ve çocuklardan oluşan kurum- toplumun en çekirdek kurumu, kesinlikle yıllar boyunca bizim sosyal yapımızda olması gereken en sağlıklı kurum. Bunun için de evlilik gerekiyorsa olsun. Fakat sağlıklısının nasıl olduğu sürekli değişecek bir şey gibi geliyor bana. Şu anda her biri sağlıklı olabilir yani. Böyle bir genelleme yapamıyorum. Tinder’dan yapılan bir evlilik de sağlıklı olabilir. Görücü usulü de çok mantıksız bir şey değil. Görücü usulü çok mantıklı bir şey hani. Bir insanın, akil bir insanın iki insanı benzeştirip onların anlaşabileceğini düşünüp de onları bir araya getirmesi, iki insanın barda tanışıp sevgili olmasından daha mantıklı bence.” Diyor İldeniz.

  “Ya zaten kültürümüzde görücü usulünü herhangi bir insan yapmıyor genellikle. Ailede o işi yapan genellikle bir yenge var, uzman kişi. İnsan sarrafı diyebiliriz bu insanlara ve işlerinde gerçekten iyi olduklarına gönülden inanıyorum.” Diyor Refik de.
“Ama artık görücülük de yengelere değil de biraz arkadaşlara kalmalı sanki. Ya benim işte ilkokuldan bir arkadaşım var sana çok uyar tarzındaki birleştirmelerin daha sağlıklı olacağını düşünüyorum.”

  Refik: “Ama profesyoneller yapsa daha iyi bence. bu işin okulunu okumuş yengeler…". " Onlar mutfakta alaylılar.” Diye ekliyor Burak. “Hani böyle yengeler genelde bir aile buluşmasında mutfağa birlikte kaçarlar, bir fıkırdatırlar. Orası çok önemli bence, bu işin mutfağı orası...”. “Bir de master var, hamamlar. Ben Güneydoğuluyum, hamamdır bizde esas.”

  Cinselliğin insan hayatındaki yeri nedir?
  “Olmazsa olmazı olduğunu söyleyebiliriz artık.”
  “Çok aşık olduğunuz biriyle mutsuz bir cinsel hayat mı, yoksa aşık olmadığınız biriyle mutlu bir cinsel hayat mı?”

“Benim için açıkçası aşk çok önemli bir şey değil. Oksijen değil benim için yani aşka çok ihtiyacım yok. Ama bir birlikteliğe ihtiyacım var yani. Çoğu insanın da dediği gibi bir kadın bağımlısı denebilir bana fakat kesinlikle aşk arayan bir insan o heyecanı arayan bir insan değilim.”

  “Sizde de öyle mi bilmiyorum ama aşka karşı bakışım değişiyor seneler içinde benim. En tepeden bakarsak, aşka inanırsın ya da inanmazsın. Benim bu ikisi arasında sürekli gidip geldiğim oluyor. Bir yıl inanıyorum iki yıl inanmıyorum sonra iki yıl inanıyorum falan… O yüzden ben de muhtemelen sana katılacağım bu konuda. En azından bugün ve bir süre daha galiba.” diyor Burak.

  Sonra Refik’i dinliyoruz: “Ya bence de aşkı herkes bir kere tatmalı hayatında ama hani daha önceki bölümlerde bahsetmiştik zaten, bazı kelimeler vardır ve yaşamadan ne anlama geldiklerini asla bilemezsin. Zaten herkesin aşkı birbirinden farklı olacak. Bunun sebebi de bence yine daha önceki bölümlerde bahsettiğim gibi, bazı tanımlar oturduğu için o tanımları tamamen kabulleniyoruz. Ama aşkın tanımı hiçbir zaman tamamen yapılamadı ve hala orda bir özgürlüğü var insanın. Bu yüzden bence çok güzel bir fırsat. Tanımı yapılamamışken herkes kendi tanımını yapmalı bu duyguya. O yüzden bir kere de olsa aşk yaşanır. Ama baktığımız zaman sanki aşk da ölen bir şey olduğu için mutsuz bir cinsel hayatla aşkım çok daha hızlı ölürdü diye tahmin ediyorum. Yani o yüzden soru biraz yanlış geldi bana ben soruyu tam kabul edemedim. İkisinden de vazgeçememiş de olabilirim.”

  “Çok Freudian konuşmaya gerek yok da bunun için yaşıyoruz yani. Sabah kalktığımızda bunun için işe gidiyoruz, bunun için para kazanıyoruz, bunun için ruj sürüyoruz, bunun için dişimizi fırçalıyoruz, bunun için parfüm sıkıyoruz, bunu için iyi eğitim alıyoruz yani evet. Hepimiz aslında nerdeyse her şeyi iyi sevişmek için yapıyoruz. Bana soracak olursan; üremenin sonucu ürününün ardından, sadece ebeveynlik konusunda bir şeyleri iyi sevişmek için yapmıyoruz. Bence dünyada iki emel var. Birisi üremeye çalışmak, birisi de üremenin ardından yetiştirmeye çalışmak.”

“Hayatta kalmak o kadar da elzem değildir diyorsun.”
 “Ya bence yine de bu kadar şey değil yani. İnsanın temel amacı üremek olamaz, buna katılmak istemiyorum. Kabullenmek istemiyorum cinselliğin birinci seviyede önemli olabileceğini. Yani daha ulvi amaçları olabilir insanın. İz bırakmak falan olabilir mesela. Herkes için değil yani ama yine de herkes için de ilk amaç ya da en önemli amaç cinsellik üremek olmamalı.”

  “Sadece cinsellik değil de, en büyük amacımız tatmin. Sadece tatmin için yaşarken böyle büyük bir tatminin de yerini asla göz ardı edemeyiz zaten.”

  “Yani temeline ne kadar alabiliriz hayatın bilmiyorum yani şu an. Önce bir kendi temel ihtiyaçlarımızı halletmemiz gerekiyor. Bir seviyeye ulaşmamız gerekiyor ki kafamız gerçekten sekse de biraz daha yatkın olsun. Yani barınacak yeri yokken gerçekten insan sevişsin istemiyor.”

  “Tabi tabi zaten memelilerin özelliği de odur zaten kaplan aslan direkt çiftleşmeyi düşünmez. Öncelikle barınacağı yer belli olur. Sonrasında doğru bir iklim bulurlar, ölmeyecekleri hava koşullarını. Orada barınırlar ardından yemeklerini sürdürülebilir bir şekilde bulduktan sonra, her şey elverişli olduktan sonra çiftleşmeye başlarlar. Hayvanlar, memeliler daha doğrusu. İnsanlarda da o içgüdü aynı şekilde.”
  “Önceliğimiz hayatta kalmak diyebiliriz o zaman.”

  “Ben çok Freudian bir insan değilim ama sizin aranızda kutuplaşmadan ötürü baya freudianmışım gibi oldum. İnsanlar da beni yanlış anlayacaklar. Sizi de muhafazakar anlayacaklar.”
  “Biz çok muafazakar insanlarız…”
  “Evet gerçekten niye öyle oldu? Evin havasından dolayı olabilir. Yeşile boyamayacaktım abi duvarları… Bir önceki halini görmen lazımdı. Koyu yeşile boyamışlardı evin içinde türbe havası vardı. Girerken Fatiha okumadan duramıyordum ve bu kadar kapatabildik.”

Evet, bu bölümde de Âşıklar Çıkmazı’nda sizlerle buluştuk. Burak, Refik ve İldeniz’in fikirlerini dinledik, şimdi de sizin düşüncenizi merak ediyoruz. Fikirlerinizi bizimle paylaşmayı unutmayın!

Katkı Sağlayanlar:
Yazan: Selin Kudunoğlu
Konuşmacılar: Ali Refik Varol, Burak Saldıroğlu, İldeniz Konakçı

Thursday, April 30, 2020

S1B4 ÇIKIN ÇIKMAZI



Podcast Çıkmazı 4. Bölümü olan Çıkın Çıkmazı ile her bölümde olduğu gibi Osman Nuri Ergin’i anarak karşınızda. Ayrıca birinci ayımızı bu bölüm ile doldurduğumuzu da sizinle paylaşalım. Hatta üstüne şöyle de bir bilgi verelim. Podcast Çıkmazı’nın bazı bölümlerinde bizimle yayına katılan konuklarımız yer almakta. Bu bölümde de bize eşlik eden bir konuğumuz var fakat konuklarımızı hiç konuşturmuyoruz. Bu yüzden sizler onların yayın esnasında bizimle olduğunu fark etmiyorsunuz ama belki bir gün bu konuk siz de olabilirsiniz! Belki de olmazsınız. Bilemeyiz.

Çıkın nedir?
Çıkın; bir beze sarılarak düğümlenmiş küçük bohça, çıkı anlamına gelir.

Bu çıkmazın adı neden Çıkın Çıkmazı?
Bunun iki sebebi var. Birincisi İldeniz’in eğitim hayatı boyunca yaşadığı evinin adının Çıkın Çıkmazı olması. Bu da evin gerçek bir Hobbit evine benziyor olmasından kaynaklanıyor. Kapıları, duvarları, her şeyi İldeniz’in boyunda bir ev. Bir diğer sebebi ise tahmin edeceğiniz üzere Yüzüklerin Efendisi serisine olan sevgimiz. Geçen bölümümüzde toplumlardan bahsetmiştik. Bu bölümde de toplumdan kaçışı ele alıyoruz ve bunun için Çıkın Çıkmazı’ndan daha iyi bir bölüm ismi olamayacağını düşündük. Çünkü tanıyanlar bilir; orada yaşayan Bilbo Baggins toplumdan kaçmak için çabalayan, toplumdan tamamen usanmış ve tam olarak anlatmak istediğimiz insan türünü simgeliyor. Bu yüzden bu bölüme Çıkın Çıkmazı adını verdik.

Çıkın Çıkmazı neden Çıkın Çıkmazı?
Burak’ın bu konudaki fikri ise şöyle: “Bilbo insanları pek sevmiyor, onlardan kaçıyor, uzaklaşmak istiyor. Yine bir gün bahçeden çocuklara “çıkın, çıkın” diye bağırırken Belediye Meclis Üyeleri de bunu duyup…” Evet, çok yaratıcı bir fikir sunmuyor bu sefer, geçiyoruz.
İldeniz de biraz önce bahsettiğimiz Çıkın Çıkmazı’ndan bahsediyor. Hangisi mi? İçinde “İldo Baggins”in yaşadığı. İldo Baggins de tıpkı Bilbo Baggins gibi, bir bakıma medeniyetten kaçmış (Bakırköy’den), Dereseki köyüne yerleşmişti. Ailesinin orayı çok sevdiğini ve sık sık geldiklerini, doğayı ve çamların verdiği oksijeni çok sevdiklerini, toprağa basıp nefeslerini çektiklerinde ‘doğa işte’ diye mutlu olduklarını anlatıyor. Ama kendisine öyle gelmediğini çünkü muhtemelen henüz öyle bir şeyin arayışı içinde olmadığını söylüyor. “Evet doğa, boğaz… Bunlar çok güzel ama bunlar ancak filtre kahvemi yudumlarken, rahat koltuğumda otururken veya yanda güzel bir sisteminden müzik çalarken güzel geliyor. Doğaya kaçma, medeniyetten kaçmanın o boyutu henüz bizlerde başlamış değil.” Diyor ama bunun yaşa bağlı olmadığını da not düşüyor.

Bu duruma örnek olarak Refik’i verebiliriz. “Şehrin karmaşasından uzakta, ne kadar sakinse hayat, benim için o kadar cezbedici. Ben hala Şahinkaya’da, 3 senedir, her kalktığımda balkon kapısını açıp o derin nefesi çekenlerdenim. Buranın İstanbul kokmayışını sevenlerdenim.” Diyor.

Neden bu şehirden kaçma isteği falan?
Aslında bizim bahsettiğimiz “medeniyetten kaçış” Refik’in durumundan, Beykoz’a kaçıştan biraz daha farklı, biraz daha büyük bir kaçış. Bizim bu bölümde ele alacağımız kaçış “Into the Wild” düşüncesi.
Hepimizin içinde saklanmış vahşi bir yapı var. İldeniz bunu “Böyle ete dövme aletiyle vurulduğunda herkes bir erkek oluyor, barbarlaşıyor falan. Ne bileyim ahşap kesildiğinde insan kendini daha bir evinde hissediyor. Kömür, soba yakıldığında “işte nostalji” diyor. Ama aynı zamanda bunun da ötesi var. Doğada bir şey yapıldığında, kamp yapıldığında insan kendini doğayla bütünleşmiş hissediyor. Bilmiyorum içgüdüler midir nedir ama hepimizde olan bir şey bu. İlginç olan şu ki çok ciddi de sömürülen bir şey. Mesela kampçılık en aristokrat sporlardan bir tanesi ve malzemeleri çok pahalı. Yani bunu yapabiliyor olmak, bunun lüksüne erişmek çok pahalı. Çok ciddi, çok iyi şartlara sahip olmak gerekiyor.
Bunun dışında bir sömürü de medya. Mesela Survivor. Hatırlarsanız Survivor’da başlarda kel bir abimiz vardı. Hülya Avşar veya Seda Sayan’ın manitasıydı. (Daha sonra öğrendik ki Sezen Aksu’nun imiş.) Kel abimiz vaktinde Survivor’ı Türkiye’ye getirmişti. İnsanlar doğada, ıssız bir adada yaşıyorlardı. Arada ödül oyunları falan vardı ve haftada bir gün yayınlanıyordu. Hepsi bunun üzerinden pazarlanıyordu ve çok ciddi pazarlanıyordu. Şu anda da mesela Youtube’da bunu ‘bir ay boyunca çadırda kaldım, iki yıl boyunca doğada kaldım’ tarzında pazarlayan çok fazla kanal var. Ulan bunu nasıl yapıyor diye hepimiz hayranlıkla izliyoruz. Aslında bunlar primitif teknoloji. Biz izlediğimiz sırada kimimizde A.R.O.G fikirleri, “ulan bir geçmişe dönsek şu anki bilgimizle neler yapardık, bak adam neler yapıyor" düşünceleri kafamızı dolduruyor. Ama unutmamak lazım, bunların hepsini başlatan ve gerçekten en kaliteli videoları hazırlayan adam da o videonun altına yazıyor “bu primitif teknolojidir” diye. Bu 16 dakikalık videoda izlediğiniz ev 6 ayda yapıldı. Siz benim videoda şort giyip burada ateş yakıp takıldığıma bakmayın, benim yakınlarda bir evim var her gece oraya dönüyorum diyor. Ayrıca oraya iki tane çok ciddi aksiyon kamerasıyla gidiyor, şarj aletini falan götürüyor. İyi imkanlara sahip olan bir adam orada video çekmek için bu işi yapıyor. Yani gerçekten doğaya dönmüş bir insan değil.”

Burak da ekleme yapıyor. “ Yani örneklerini de görüyoruz bunların. Okumuş etmiş üniversiteyi bitirmiş, görece iyi yerlerden mezun olup her şeyi bırakıp eşiyle falan ‘hadi ormana gidiyoruz, ormanda yaşayacağız artık bıktık bunaldık.’ şeklinde. Onları çok yadırgamıyorum. Bence yaptıkları şey çok da güzel olabilir ama başlattıkları olay neredeyse bütün gençleri bunu istemeye itiyor. Biraz da kolaya kaçmak gibi aslında. Yaptığı şeyden memnun olmayan, birkaç işi kötü giden insan “Ben şehirde yapamıyorum, ben bu üniversite hayatıyla yapamıyorum ben insanlardan, – geçen bölümde bahsettiğimiz ormanın peygamberleri gibi – buralardan kaçacağım” diyerek bir şeylerden şikayet ediyor. Kaçacağım, gideceğim ormanda yaşayacağım gibi bir durum oluyor. Açıkçası ben bunu pek makul bulmuyorum.”

Refik ise bunu makul bulmakla beraber sebebini şuna bağlıyor. “Çok yapay bir zamanda yaşıyoruz. İnsan ilişkilerinde yapayız. Herkesin “zorunlu olarak” iletişime geçtiği çok fazla insan var. İletişime geçtiklerimizin çoğu kendi tercihimiz değil. Bu bize çok fazla yapaylık yüklüyor. Ve doğanın güzelliğinden değil belki ama o yapaylıktan dolayı kaçmak istiyor insan. Bu dezavantajlar bize batmaya başlıyor. Ama doğanın da ayrı dezavantajları var. Doğada büyümüş bir insan da o dezavantajlardan kaçmak için yaşıyor. Yani muhtemelen şu an yaşayan 6 milyar insanı da doğaya kaçırsak her birinin şehre kaçma, medeniyete dönme isteği olacaktır. “

Peki ya Köylü Ekrem?
Kaçış üzerinde bu kadar durmuşken toplumdan kaçmayı başarmış ve bunu layıkıyla yapmış insanlardan da bahsedelim size. Mesela Köylü Ekrem. Burak bize Köylü Ekrem’in hikayesinden bahsediyor. “Youtube’da bir Köylü Ekrem belgeseli var. Bir deneme yayını olarak büyük ihtimalle üniversite öğrencilerinin yaptığı bir belgesel. Kendisi yükseköğretimini yarıda bırakarak köye yerleşmiş ve heykel yapmaya başlamış. Ve gerçekten çok güzel heykeller yapmakta. Boş bir şekilde de değil, yaptığı her şeyin çok güzel anlamları var. Mesela kendini yiyip bitiren bir heykeli var. Balerini öpen hava... Bunlar muhteşem yansıtılmış eserler. Köylü Ekrem estetik ve ahlak sınırlarını kendisi koyuyor ve bunlara göre yaşıyor. Ve oldukça mütevazı bir hayat yaşamakta. Ama insanlar Köylü Ekrem örneğini, birkaç tane de yine köye yerleşmiş çiftçilikle uğraşan yüksek sınıftan her şeyi bırakıp gelmiş inanların örneklerini gösteriyorlar. “Aa bu güzelmiş, yapılıyormuş da. Ben de yapabilirim yaa. Gidip ben de o ormanda, köyde yaşayayım çiftçilik yapayım, hayvancılık yapayım.” diye herkes buna özeniyor ama bu herkesin yapabileceği bir şey değil. Yani birçok insan böyle bir maceraya atılsa birkaç gün içinde geri dönecektir. Tabi ki denemeye değmez veya eğlenceli değil demiyoruz ama neler olabileceğinin farkında olmanızı isteriz. “

İldeniz’in toplumla ilişki üzerine başka örneklerini de ele alalım. “Bir bıkmışlık gerekiyor. Ki o bıkmışlık da çok zor edinilmiyor şu anki durumda. Yakında bir film çıktı, Joker. Onun ilk çıkış senaryolarında jokeri yaratmak için kimyasala atmak gerekiyor. Kimyasala, gülme gazına, bir şeye giriyor ve onun ardından Joker oluyor. 2019’da bu filmi yapmaya çalıştıklarında ise onu toplumun içine sokmak yeterli oluyor. Gerçi bu çok 2019’la da alakalı değil. Ben 1950lerin ya da 1800lerin ya da milattan önce 2000in de bıkılmayacak vaziyette olduğunu düşünmüyorum. Bu antik yunan yazıtlarına baktığında da görüyorsun ki hep aynı şeyler deniyor. Yaa bu sonraki nesil her şeyi çok hızlı elde edeceğini zannediyor. 
Köylü Ekrem’e benzer bir hikaye var. Danimarka’nın ta ortasında vaktinde Avrupa’da biraz daha bilinçli Hippilerin kurmuş olduğu "Christiania" diye bir özgür şehir var. Özerk bir bölge. Otorite yok, kural yok. Kendi kuralları var. Köylü Ekrem tarzı insanlar var. Orayı gezme şansım oldu. Herkes sanatçı, müzisyenler falanlar. Buradaki küçük bir semt kadar, İstiklal kadar düşünün. Öyle bir yerde herkesin bahçesi falan var. Evlerin arasında çitler yok. En fazla bitkilerle kapatılmış bir şekilde herkesin bahçesinde kendi sanat eserleri sergileniyor. Müzisyenlerin dışarda piyanoları falan var, evler renkli menkli zaten işte. LSD etkisiyle falan yapılmış evler resmen. Fakat iş çirkin şeylere sarmış. Belki 50 yıl önce bilinçli hippiler tarafından kurulmuş bir şehirmiş ama şu anda mesela o bölge, aynı insanlar yaşasa da sadece uyuşturucu içmek için. Oranın küçük Amsterdam’ına dönüşmüş. Danimarka’daki her insan orda uyuşturucu içiyor işte uyuşturucu tezgahları kurulmuş ve tezgahlar hakikaten tezgah, kermes gibi yani adam neon tabelada LSD falan yazıyor. O kadar serbest bir şehir. Sonunda buna dönüşmüş yani. Düzgün bir şekilde koruyamamışlar. Köylü Ekrem’in yaşantısı bir şekilde öyle gitmeyebilir çünkü dışarısı oradan farklı şekilde yararlanıyor."
Burak da ekliyor:“Zaten amacı kaçmak olan bir yere herkes kaçtıktan sonra orası da kaçılacak bir yer olacak, yani o “x” denen yer olmayacaktır. Köylü Ekrem’in oradaki artısı tek başına yaşıyor olması. Ama dediğin yerde, Christiania’da koruyamamaları çok normal. Zaten kendileri orada bir toplum kurmuşlar ve o kadar kuralsız bir yerin buna dönüşmesi çok da beklenmeyecek bir şey değil. Yani yine geçen hafta kurallardan çok bahsetmiştik. İnsanlar özellikle bu kaçışta kurallardan da kaçmaktan bahsediyorlar. Benim özelikle çokça gördüğüm; bizden öncekilerin kurduğu kuralları, kurduğu düzeni “Ben bunu istemiyorum, neden ben özgürce seçim yapamıyorum? Gidip tek başım yaşayacağım ya da gidip arkadaşlarımla yaşayacağım” diyerek kaçmak istenmesi.”

Toplumdan sadece doğaya doğru mu kaçıyoruz?
Toplumdan kaçış dediğimizde bunun tek çeşidi tabi ki de doğaya kaçmak da değil. Daha önceki bölümlerde buna örnek olarak Refik’in düşüncesini ele alabilirz. “Into to City. Aslında yine toplumdan kaçmış oluyorsunuz, yani planım o şekilde. Ama nasıl bir toplumdan kaçış? Herkes beni öldü bilsin değil de kimse benim yaşadığımdan haberdar olmasın şeklinde. Başka bir şehir, başka bir hayat ama sakin bir hayat. Nasıl bir sakinlikte? Burada zaten benim bulunma amacım, beni yanınızda istemenizin sebebi de 21 yaşında hayallerini gerçekleştirmiş bir insan olmam değil miydi? Gerçekten gerçekleştirebildim hayallerimi. 21 yaşındayım ve tüm sevdiklerimden uzak, kendime sakin bir hayat kurdum. Dertlerim çok basit.” Şeklinde anlatıyor fikrini bize.
“Şu anda tekrar istiyor musun “Into the City”yi ?” diye soruyoruz ona. “Zaman zaman istiyorum, biraz alışkanlığa döndü bende. Başa dönüş. Her üç senede bir falan her şeyi silip baştan başlamak… Çünkü bir yerde doluyor yine etrafın. Yine çok fazla insanla tanışıyorsun yine toplumun içine karışmış oluyorsun. Sürekli devam etmek lazım kaçışa. Şöyle bir yolu daha var toplumdan kaçışın. Belki de hiç yer/mekan değiştirmeden kendini yüzde yüz soyutlayabilen insanlar da var. Bunlar daha melankoli kafasında insanlar tabi. Onlara daha çok kitaplarda rastlıyoruz. Gerçek hayatta hayaletler belki de. Ve amaçlarına ulaşmışlar. Yusuf atılganın Aylak Adam’ında buna rastlıyoruz mesela. Veya Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar’ında, Kafka’nın yazdığı kitaplarda da aynı esinti var. Hepsi toplumdan kendini bir şekilde soyutlamış toplumdan aşır derecede mutsuzlar. Yaşamlarından mutsuzlar ve o acıya tutunmuşlar resmen ondan besleniyorlar ve toplumla ilişkiye girmiyorlar. “ diye cevap veriyor bize.

Alıntılar ve Edebiyat Üzerine
Albert Camus’un yabancısında geçen şöyle bir söz var. “Herkes bilir ki hayat yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir. Aslında 30 ya da 70 yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değilim. Çünkü her iki halde de başka kadınlar ve başka erkekler yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir. İnsan madem ölecektir, bunun nasıl ve ne zaman olacağının önemi yoktur.”.“Güzel bir cümle, buna yakın, Aylak Adam’da şu sözler geçiyor” diye ekliyor Refik: “Sustu. Konuşmak gereksizdi. Biliyordu anlamayacaklardı. Bu psikolojiyi güzel yansıtan alıntılar bunlar.”.“Ama bence saçma heheh.” Diye bölüyor Burak. “Yani şöyle kesinlikle saçma diyemeyiz ama toplumda 10 kişi varsa bunu bu şekilde hissedecek 1 kişi vardır ve o bir kişinin duygusu 8 kişi tarafından suistimal edilerek 10 kişinin 9 u bu şekildeymiş gibi yaşıyor şu anda. Kaybedenler kulübü çıktıktan sonrası gibi mesela. Kadıköy kafası biraz diyebiliriz. İnsanlar beni anlamıyor ben çok yalnızım. Ben kaçmak istiyorum buralardan gibi şeyler.”
 Refik “Bunun sebebi bazı yazarlar veya senaristler bu duyguyu yaşıyor ve aslında onlar da bu duyguyu isteyerek yaşıyor. Kendi ilhamları çünkü bu, onu yaşamaktan zevk alıyorlar. Bunu kendilerine daha çok yaşatıp bir şeyler yazıyorlar, bir şeyler karalıyorlar. Sonra bunu izleyen veya okuyan insan bu duyguyu hap olarak alıyor. Bunu yaşadığını düşünüyor ve sadece onun özentisi olabiliyor. Çünkü gerçek bir duygu yaşamıyor aslında. Bu konuda Kafka’yı eleştireceğim biraz. Kafka tam bir şımarık senin deyiminle. Adamın acı çekmesinin tek sebebi acı çekmeyi istemesi. Milena’ya Mektuplar falan… Milena’ya o kadar aşık olduğunu falan düşünmüyorum ben o adamın. Tamamen abartıyor duyguyu. Çok fazla yaşadığını lanse ediyor ama tıraş abi bunların hepsi.“

İldeniz şöyle bir açıdan da bahsediyor. ”Edebiyata da bir eleştiri oluyor bu da aslında yani zaten genel olarak edebiyat konsantre duygu, konsantre fikir alıyorsun bir yerlerden ve o şekilde etkileniyorsun. Yani senin bilinç yapını da davranışlarını da bunlar bir şekilde etkiliyor. Edebiyat böyle bir şey.  Psikolojileri konusunda bilimsel açıdan yaklaşıp psikolojik bir hastalığı, hormonal bozukluğu vardır, adam ne olursa olsun mutsuz hissediyor da denebilir. Belki de sadece edebiyat yapmak için melankoliye girmiyor olabilir.”

Evet bu konu üzerine saatlerce bir şeyler söyleyebiliriz. Kendimizce yanlış veya doğrularını savunabiliriz fakat bu bölümlük bu fikirlerle sonlandırmış olduk.

Şimdiyse size soruyoruz:
İnsanlarda uzakta -belki bir ormanda, belki bir köyde- kendi kendinize yaşamak ister miydiniz?



Katkı Sağlayanlar:
Yazan: Selin Kudunoğlu
Konuşmacılar: Ali Refik Varol, Burak Saldıroğlu, İldeniz Konakçı

Monday, March 30, 2020

S1B3 MEDENİYET ÇIKMAZI

Yeni bir bölüm, yeni bir çıkmaz. Podcast Çıkmazı her bölümde olduğu gibi Osman Nuri Ergin’i anarak sizlerle birlikte. Bu seferki çıkmazımız “Medeniyet Çıkmazı”.

Medeniyet Nedir?
Uygarlık. Bir toplumun maddi ve manevi varlıklarına, fikir ve sanat çalışmalarına bunlarla ilgili niteliklerin tümüne verilen isimdir.

Medeniyet Çıkmazı neden Medeniyet Çıkmazı?
İldeniz bu konuda şöyle bir teoriye sahip: Bu görevi bir memura vermişler, sen al bu sokakları tek tek isimlendir diye. Adam 200 tane isimlendirirken etrafına bir bakıvermiş, orda bir medeniyet, hukuk ya da belki istiklal marşından falan görüp yapıştırmış. Yani sokağı, caddeyi, çıkmazı görmemiştir bile. –ağır bir ithamda bulunuyor biraz-

Burak’ın teorisi ise şu şekilde: Belediye Meclis Üyeleri takım elbiseleriyle o sokağa gitmişler bakmışlar sokağa giden bir yol yok, yerler taştan falan. “Ulan burada medeniyet yok!” demişler. İnsanlara da bir bakmışlar, buradan hayatta medeniyet falan çıkmaz deyip Medeniyet Çıkmazı adını vermişler. –yine çok ağır bir itham, daha da ağır-

Refik ise bunun güzel bir hikayesi olduğuna inanıyor. Hikayeleştirmeyi sevdiğinden de olabileceğini not düşüp anlatıyor: İstanbul’da yerleşik hayata geçen ilk insanlar belki de tam olarak orada kabile kurdular. Ve orada hala bir şekilde, bir yaşam olduğunu biliyoruz. Bu yüzden Medeniyet Çıkmazı dedik belki de.

Nerde ortaya çıktı peki “medeniyet”, “devlet” ve “toplum”?
“Devlet bütün toplumların kaderidir.” Diyor Fransız bir antropolog olan Clastres. Burak’a göre bu eksik bir düşünce. Hala tam olarak bir medeniyet kurmamış, kendi halinde yaşayan ilkel toplumlar var. Ama yine de devlet, medeniyet büyük çoğunluğunun kaderidir.

İlkel toplumlardan bu döneme nasıl gelindi? Devletleşme nasıl oldu?
Bu konuda enteresan teoriler bulunmakta. Bunlardan bir tanesi devletin ilk olarak Mezopotamya’da ortaya çıktığından bahseder. Bir diğeri ise Güney Amerika’da İnkalar üzerinden oluşturulmuştur. Mezopotamya ile ilgili “ Fetih Teorisi” vardır. Bu teori çiftçiler ve çobanlar arasındaki ilişkiyi anlatır. Bir tarafta kendi çıkardıkları ürünlerle kendilerine yetebilen çiftçiler, öbür tarafta ise dağlarda yaşayan çobanlar vardır. Çobanlar elverişli dönemlerde kendilerine yetebilseler de -hayvanların yaşamasına elverişli olmayan- kurak dönemlerde çiftçilere saldırırlar. Bunun sonucunda dört olasılık karşımıza çıkar: Saldırı sonucunda çiftçiler kazanırsa sıkıntı olmaz. Çobanlar yok olur ama çiftçiler yaşamlarını sürdürmeye devam ederler.

Çobanlar kazandığı takdirde üç ihtimal vardır: Birincisinde çobanlar kazanıp geri dönerler. Yağmacı olup ihtiyaç duyduklarında farklı yerleri yağmalarlar fakat bunun sonucunda bir toplum kuramazlar. İkinci ihtimalde çiftçileri öldürürler fakat kendileri üretim yapmayı bilmedikleri için onlar da bir süre sonra yok olurlar. Üçüncü ihtimalde ise çobanlar çiftçileri daha fazla üretime zorlamaktadırlar ve kazançlarının bir kısmını onlardan alırlar. Buna karşılık da çiftçileri diğer çobanlara karşı korumayı teklif ederler. Bunun sonucunda çobanlar yönetici, çiftçiler yönetilen kesim olurlar. Mezopotamya’da devletin bu yolla ortaya çıktığı savunulur. Birkaç nesil sonra ise çobanların torunları –ya da torunlarının torunları- yöneticilik vasfını kaba kuvvetle değil de gerçekten kendilerine hak olarak verildiği düşüncesini diğerlerine empoze ederek yönetici ve yönetilen kısımları ortaya çıkarmışlardır.

Inkalar’da ise durum şöyledir: Bu topraklarda tarım yapan topluluk yer sıkıntısı çeker. Herkes tarım yapar fakat bir tarafta Ant dağları, bir tarafta okyanus vardır. Kalan alan da çöllerle çevrilidir. Nüfusun artışıyla tarım alanları yetersiz kalmaya başlar. Bunun sonucu mecburen birileri diğerlerini fethetmeye yönelir. Böylece kaybeden toplumlar boyun eğmek zorunda kalır. Fetheden toplumlar kaybedenleri ya haraca bağlarlar ya da katlederler. Bu şekilde bir köy diğer hepsini denetimi altına alır ve bunun sonucunda şeflikler oluşur. İlk devletli toplumların bu şekilde kurulmuş olabileceği düşünülmektedir.

Devlet
Devletle ilgili genelde üç teori üzerinde durulur. Bunlar L...s, Hobbes ve Rousseau‘nun teorileridir. Refik kendisine en mantıklı gelen teorinin Hobbes’un teorisini olduğunu söyleyerek açıklıyor: Devletler olmadan önce ortada bir kaos vardır. Güçlü olan güçsüz olanı ezer. Ve bir yerde insanların haklarını koruyabilmeleri için buna dur denmesi gerekir. Bu amaçla bir toplum sözleşmesi hazırlanır ve eldeki tüm yetki Leviathan isimli zorunlu, gerekli bir “kötüye” verilir. Evet, kendisi bir “kötüdür” fakat onun varlığı hayatı düzene sokmaktadır, diğer kötülükleri engellemektedir. Artık kötünün kaynağı bellidir ve bu durum gerçek yaşantıyı basitleştirir. Rousseau eskiden eşitlik olduğunu söyler ve sadece ceza verme yetkisini devlete verir. Kuralların olmadığı bir dünyada eşitlik söz konusu olamaz, bu yüzden Hobbes haklıdır diyor Refik.

Ormanın Peygamberleri
Devletli topluma geçişte etkileri olan bir diğer gruptur. Güney Amerika’da vadedilen topraklara ulaşmak için insanlar şamanların önderliğinde yollara düşerler. Kötülüğün olmadığı dünyaya doğru yola çıkmışlardır. Bunun sebebi şeflerin otoritelerinin artması ve toplumdaki eşitlikçi yapının bozulmasıdır. Zaman geçtikçe peygamberlerin insanlar üzerindeki etkisi şefleri geçer. Şamanlar sadece tek bir sözle –diğerlerinin aksine- baskı yapmadan çok çok büyük kitleleri etkilemeye başlamışlardır. Sonuç olarak sadece sözleriyle, kendileri için ölebilecek bir toplum ortaya çıkarırlar. Bunun üzerine vardıkları topraklara su getirip besin üretmek için çalışırlar. İlkel toplumdan devletli topluma ilk geçişi bu kişilerin sadece sözle, dini önderleriyle toplumdan kaçarken büyük bir toplum yaratmalarında görebiliyoruz. Ki Burak da bu teoriyi anlatırken oldukça enteresan olduğunu belirtiyor. Eğer siz de bu teorilerle ilgileniyorsanız Oktay Uygun’un “Devlet Teorisi” kitabında bulunan diğer teorileri de okuyabilirsiniz.

Kurallar ve devlet gerekli midir?
Elbette bir toplumun yeterince elverişli şartlara erişebilmesi, kaynakları daha fazla kullanabilmesi ve kendi içinde adaletli ve düzenli bir şekilde yaşayabilmesi için bir otoriteye ihtiyaç vardır. Aynı zamanda bu otoritenin kültüre ve toplayıcı yapıya da sahip olması gerekir. Bununla birlikte kuralların hepsi önemlidir. Cezalarının daha az veya fazla olması aslında hiçbir şey belirtmez. Sadece o kurala uymayan daha fazla insan vardır ve bu yüzden cezasını arttırmışlardır. Eğer biz bir kurala önemsiz dersek -mesela o kuralların içinde yaşayan bir insan olarak eğer yaya geçidinden geçmek- diğer insanın adam öldürme yasağına gereksiz demesine eleştiri yapamayız. Bu yüzden tüm kuralları dikkate alarak, onlara uyarak yaşamalıyız.

İldeniz’e göre “medeni” mertebesine erişmek için olması gereken, kişinin devletin koyduğu kurallara uyması ve uyduğu sırada da bunun kendisine faydası olduğunu bilmesidir. Mesela Almanya ve Türkiye arasındaki, yani bu bahsettiğimiz medeni ütopya ile Türkiye arasındaki fark budur. İnsanlar vergi vermeyerek, kırmızı ışıktan geçerek yani bir şekilde kurallara uymayarak daha kârlı olduklarını düşünürler. Doğru, kısa süreçte bu davranış kendisine fayda sağlar ama daha medeni bir toplumda yaşayan bir insan kırmızı ışıkta durduğunda bunun kendisine faydası olacağını bilir. Çünkü o kişi öyle bir toplumda yetiştiği için araba sürdüğü sırada daha az şeye dikkat etmek zorunda kalacaktır. Yani insanların kurallara uyacağını bildiği için daha az efor sarf edecektir. Ya da vergi konusunda daha düzenli davrandığı için kendi hanesi de aslında devletin ekonomisinden yine daha fazla kazanmış olacaktır. Kuralların kendi faydasına olduğunu anlamak medeniyet mertebesine erişmektir.

Evet, bizce medeniyet yolunda atılması gereken adımlar var. Bu belki birilerinin mücadelesiyle belki de medeniyetin doğuşu teorilerindeki gibi kendi kendine gerçekleşecek. Fakat hangisi olursa olsun medeniyet yolunda ilerlemek insanlığı geliştirecektir.

Belki de Ormanın Peygamberleri'ne ihtiyacımız vardır, ha?


Bu hafta Medeniyet Çıkmazı’nda bize eşlik ettiğiniz için teşekkür ederiz. Başka bir çıkmaz sokakta buluşmak üzere… 

Katkı Sağlayanlar:
Yazan: Selin Kudunoğlu
Konuşmacılar: Ali Refik Varol, Burak Saldıroğlu, İldeniz Konakçı



S1B6 YALI ÇIKMAZI

Martılar ve Kargalar 6. bölümümüz olan Yalı Çıkmazı’nda Osman Nuri Ergin’i anarak karşınızdayız. “Hoş geldiniz, hoş bulduk, hoş geldin...